Çocukken

Her anısını hatırlayamıyor insan her zaman. Bugün içimden hatırladığım bazı çocukluk anılarımı yazası geldi. İnsan bir gün unutabilir ve insan sevmediği anıyı dahi unuttuğuna üzülebilir, bunun hüzününü gözlemleme imkanım oldu yakın zamanda…

Beşikteyiz. Salıncak beşik vardı evin içinde. Hem oturduğumuz salonda hem de annemlerin yatak odasında. O beşiklerden birinde sallanırken annemin duvarda asılı ve üzerinde pullu işlemeleri olan bir elbisesi ile oynardık. Her sallanışta kardeşimle o elbiseden bir pul koparırdık. Çok küçüğüz burada… Hatta ben en küçük kardeşimin doğumunu hatırlıyorum, o beşikte sallanırken. Tabii doğumu görmedim ama ebe vardı evde ve annemin uzandığını hatırlıyorum.

Bir maymunlu bisikletim vardı ama üstüne binilen bisikletlerden değil, tek tekerlekli ve uzun bir sapı olan ve tekerleğin üstünde de maymun olan bir bisiklet. Cubuktan tutup tekerleği döndürünce maymun hareket eder ve zilli bir ses çıkartırdı. Bununla evin içinden koşturup eğlendiğimi hatırlıyorum hayal meyal. Gözümün önünde odada koşan bir kız çocuğu geliyor, yaş belirsiz. Evin üst katında büyük bir odada yatardık kardeşlerimle yaz aylarında. Oda bizim koşup oradan oraya zıplayabileceğimiz kadar genişti. Bazen uyumaya diye çıkar oradan oraya zıplar koşardık ve alt kattan diğer odanın kapı sesini duyup babamın yukarı geldiğini fark edince hemen yatış moduna geçip uyumuş taklidi yapardık. Ne inandırıcı bir hamle gibi gelirdi o zaman ya. Evde saklambaç oynardık, kuzenler falan olurdu yaz tatillerinde. Bir kere kuzenlerim ve biz el ele tutuşup köy çeşmesindeki havuza atladık, hatırlıyorum, neden mi? Hahahaha neden lazımdı ki. Eğlendik mi, eğlendik.

Köyde 4 çocuk vardı ben büyürken. 3 kişi ben ve kardeşlerim. Beraber top oynardık, komşuculuk oynardık ve bazen de çeşme kenarına gidip suyla çamurla oynardık. Komşuculuk oynarken evdeysek mutfaktan bazı tabakları alıp sanki mutfağımız var yemek yapıyoruz gibi taklit ederdik. Ortada kesilecek sebze yokken sebze kesiyormuş gibi yapardık. Ben bu oyunu dışarıda da oynamak isterdim çünkü dışarıda otlar toplayarak daha gerçekçi bir tiyatro kurabiliyordum. Dışarda oynamak için de bir çuval dolusu tabak toplamıştım oradan buradan. Eski kullanılmayan eşyalar fakat benim senaryolarım için kâfiydi. Bazen çuvalı sırtlardım, bir yer beğenirdim kendime orada oynardım, hatırlıyorum. Gezginlik o zamanından belli miymiş dersiniz. Kardeşlerime Ayşe, Fatma ismi takip onları kendime komşu ilan ederdim. Beraber bir sürü top oyunu oynardık futbol dışında, yakar top, taşları dizip top ile yıkıp sonra o taşları geri dizmeye çalışıp oynadığımız bir oyun vardı, bir ismi var mıydı tam hatırlamıyorum şu an. Yere çizip seksek de oynardık. Bir de cizbiz vardı yine küçük taşlarla yere bir kare çizilerek oynanan ama bu sefer elle. İp atlamayı çok severdim. Uçları bağlanmış bir ipin içine iki kişi girip ipi gerince diğer kişide ipe basmadan ip arasında atlamalar yapardı. Sonrasında okul yıllarında da çok oynamışızdır bu oyunu. İpe girecek birini bulamadığımızda sandalyeye ya da bir direğe geçirirdik, tabii biraz genişliği olması iyi olurdu.

Babaannem inekleri otlatmaya götürürdü ve bizi de bazen beraberinde götürürdü. Bazen inekleri yönlendirmeye yardımcı olabiliyorduk ama çoğunlukla işte beraber dağlarda olalım diye götürürdü. Hatta şöyle derdi arada “ineklerimi otlatıyorum, çocukları mı belli değil.” Sonrasında büyüyünce tek gidip hatta o otlatmalarda çok güzel kitap okurdum. Baharda keyifli olurdu aslında. İnekler çok güzel ot yer, iştahla, disiplinli, durmadan, tek misyonları o gibi, görev gibi yerler ve de keyif alırlar. Çok da güzel su içerler çeke çeke… Çok dana görme imkanım oldu elbette evde inekler olduğu için. Her doğum bir heyecan getirirdi. “Danayı gördün mü” diye birbirimize sorardık. Annem-babam dana doğdu diye müjdelerlerdi. (Bu hâlâ oluyor bu arada). Doğum başlı başına konuşulmayı hak ediyor zaten, doğuran ne olursa olsun :). Doğumdan hemen sonraki hâli dananın biraz ürkütücü, çirkinlik değil ama dananın hissettiği şaşkınlığı siz de görebiliyorsunuz. Anne inek yorgunluğunu da. İlk süt anı, dana bazen yardıma ihtiyaç duyuyor memeyi bulabilmek için ama bulunca da ahh o ne keyif!… En sevdiğim an da dananın artık ağzından süt köpükleri gelmeye başladığı an, terlediği bile oluyor hayvanın, nefes nefese kalıp. Dana burnu sevmek diye bir şey var. Çok tatlı oluyor burunları… Biraz büyüdüğümde hatırlıyorum babam “bu doğan dana senin olsun” derdi. Bu his hoş bir şeydi, sahiplenmek, sorumlu hissetmek ve o sorumlulukla fedakârlık yapmak, değer göstermek ve ilgilenmek. O günden sonra o danaya daha çok gider bakardım, tüylerini tarardım, ot getirirdim. İple çıkar gezdirirdim ve banyo yaptırdığımı bile hatırlıyorum evden gizlice şampuan alıp :). Adı “süslü” idi bir tanesinin mesela. Çayırlardan yeşil ot toplar getirirdim taze taze yesin diye.

Dedem bir keresinde kuzu hediye etmişti. Dedemin hediye etme sebebi farklı idi ama biz kuzuyu büyütmeyi tercih ettik. HAYATIMIN EN GÜZEL ANILARINDAN BİRİDİR BU. Bizde koyun olmadığı için yavru kuzuyu biberonla inek sütü ile besledik. Ne güzel bir duygu idi. O kuzu o kadar bağlandı ki bize ve biz de ona. Annemin kıyafetlerini ağzına alıp çiğnerdi hatırlıyorum, böyle insanın dibinden ayrılmayan bir karakteri vardı. Uzaktan bizi görünce koşa koşa yanımıza gelirdi. O kuzunun ruhuma yaptığı iyiliği çok kıymetli buluyorum. Yüzüme bakardı uzun uzun mesela, sanki içimi görürdü, sanki pur dikkat dinlerdi. Benim cennet hayalimde hep vardır kuzu. Beyaz tüylü, kıvırcık ve kara burunlu bir kuzu… Bir defasında da babam dağda bir kayıp kuzu bulmuştu. Sürülerde oluyor arada, çok kalabalık olduğu için bazen bakıcı kişi göremiyor ve kuzu karanlıkta dağda kalabiliyor. Babam denk gelmişti alıp eve getirmişti. Tabii bizim için bir nimetti bu. Babam sahibini bulmaya çalıştı ama bulamadı, belki de bulunmamasını çok istemiştik ve bir dilek kabul edildi…

Annemle eski bebeklik kıyafetlerimizi doldurup kocaman bir oyuncak bebek yapmıştık. Benimle aynı boydaydı. Çok seviyordum onu. Bazen bir kız ismi verip kız arkadaşım oluyordu bazen de bir erkek ismi veriyordum ve flörtüm oluyordu. Hatta kuzenim geldiğinde bir tane de ona yapmıştık bu sefer 4 kişilik bir grup oluyorduk ve oynuyorduk. Çılgın Bedis diye bir dizi vardı, orada bir Oktay karakteri vardı benim flörtüm o olurdu genelde :):):) Bu kesinlikle çok keyifli bir şeydi, o bebeği yapması bile. Eski bebek kıyafetlerini alt üst birbirine dikip içini doldurduk annem ve beyaz bir kumaştan da kafa dikip içini doldurduk. Yüz çizdik. Çok güzeldi…

Pamuk…. Kedim… Başka bir köyde gördük. Uzaktaydı ama çok küçüktü ve hafif de kulaklarında yara vardı. Alıp bir şeyler yapabilir miyiz diye yakalamak istedim ama çok emin değildim nasıl yapacağımdan. Allah rahmet eylesin bir Zekiye teyze vardı. “Ben yakalarım” dedi ve boynundan tuttu getirdi. Eve getirdim, kulak yarasına merhem sürdük. Bu merhem kafamda tüm yaralara iyi gelen bir merhem gibi idi o zaman. İlk başta nasıl ürkektiler evin içinde. Okuldan eve koşarak gelirdim akşam Pamukla oynayabilmek için. Belki bu oynama sevdamla ona eziyet etmiş bile olabilirim. Benimle uyusun isterdim ve kafasını yastığa koysun isterdim. Hatta annem ona küçük yastık dikmişti benim yatağın içine koyuyordum ama yatmıyordu tabii. Sonra ona ayrı yatak yaptık ve yastığı oraya koyduk. Orada bazen koyuyordu kafasını yastığa. Ben müsmutlu. Dilini çıkarırdı uyurken… Kendisi bembeyaz ve pespembe bir dil… Dışarı çıkar kapkara olmuş şekilde eve gelirdi. Yıkardık ve yıkaması da çok keyifli olurdu. Tüyleri ıslanan kediler çok sevimli ve komik oluyor. Dört ayak üstüne düşmesine çok şaşırırdık. Çocuk cahilliğiyle bir yataktan diğerine atıp dört ayak üzerine düşüşünü denerdik, umarım çok hırpalanmamıştır… Kardeşim de bir köpek sahiplenmişti, Karabaş. İnsanların ayakkabılarını toplar bizim kapıya getirirdi…

Benim kendimce bazı hallerim vardı. Mesela kendime bir tabak hazırlayıp sanki resmi bir yemekteymiş gibi oyun yaparım ve çatal bıçakla yemek yerdim. Tabaktakiler genelde peynir, domates, zeytin vb. olurdu. Bir film sahnesi canlandırırdım bazen televizyona bakarken. Nedense bunu da evde kimse yokken yapardım, belki yargılanmak istememişimdir 🙂 Sonra kliplerdeki dansları taklit ederdim televizyonun karşısında. Bazen kıyafetleri benzetmeye çalışırdım, öyle oynardım kendimce. Keyifli olurdu. Annemin kıyafetlerini giyerdim arada, büyüklüğe özenmek mi bu acaba yoksa benzer ve ait olmak mı… Ama eğlenceliydi.

Hırçın anılar da var tabii.

Bir keresinde kardeşlerimle kavga ederken birbirimize bir şeyler fırlatıyorduk ve ben kardeşime çaydanlık altlığı fırlattım ve yüzüne geldi burnunun kenarına. Kesti ve kanatmaya başladı. Çok korkmuş ve anında pişman olmuştum. Saklanmak istememiştim, keşke atmasaydım dedim ama çok geçti artık. Bir keresinde de o bana odun fırlattı ve birkaç gün topallayarak gezdim. Bir bebek setim vardı (anne, abla, kardeş). Bir gün eve geldim ve bebek setimin parçalarını kapının önünde gördüm. Kardeşlerim kesmişlerdi. Evet, üzücü… Çok sinirlendim ve intikam almak istedim. Onların en sevdiği oyuncak neydi biliyordum. O arabaları aldım ve taşla kırdım. Kapının önüne bıraktım. Kavgalarımızın bir raconu vardı. Herkes yaptığının intikamına hazır yaşardı. Çok Kurtlar Vadisi oldu burası şimdi. Ama birbirimize çektirdiğimiz şeyler oldu tabii.

‘Kederli anılar var mı’ mı diyorsunuz?

Ben de diyorum ki bugünlük burada bırakıyorum, sonra belki devam ederim.

Bir kuzu bir de dana burnu.

Sevgiler.

Doktora bitimi-Doktora sonrasi

Tezimi geçen sene nisan sonu yükledim. Sancılı bir süreç oldu çünki biraz yazmayı son aylara erteledim. (Benim kendi hatam bu kısım). Sonra o aylarda başka şeyler de vardı yapmak istediğim o yüzden biraz sıkışık geçti nisandan önceki birkaç ay. Bazen hala yazıp tamamlamış olmam gerçek değilmiş gibi geliyor. Neyse, sonra savunma sınavı oldu. ‘Viva’ deniyor Cambridge de. Basit düzeltmelerle geçmiş oldum. Güzel bir duygu idi. Bir bölüm kapandı ve bir sonraki kısım için bir sayfa belirdi.

Nisandan beri postdoc (doktora sonrası) pozisyonlarına bakıyordum. Hem ilana çıkmış pozisyonlara hem de benim alandan bildiğim hocalara mail atıyor ve ilgimi ifade edip beraber çalışma imkanımızın ne olduğunu, nasıl olabileceğini soruyordum. Çalışmasına ilgi duyduğum ve ilerde o alanla kafamda birşeyler planlayabildiğim birçok kişiye ulaştım.Bu mailde genelde şöyle bir strateji izledim ‘ kendimi tanıttım, doktora projemi birkaç cümle ile özetledim, bundan sonrası için ne yapmak istediğimi kısaca tanımladım ve burdan sonra o laba olan ilgimin nedenini açıkladım. çünki yapmak istediğinizle o karşı labin az çok bir ortak paydası olmalı. bazı kariyer seminerlerinde postdoc maillerinde doktoranızda ne yaptığınızı değil de önce o labla ne yapmak istediğiniz yazın gibi bir öneri duydum sonraları. bu şekilde de olabilir. Bence önemli olan mailin çok uzun olmaması ve vermesi gereken bilgileri vermesi. CV ekledim ve yolladım.

Bazı zamanlar maillerime hiç cevap alamadım. Bazen iki hafta sonra hatırlatma maili attığımda geri dönüşler aldım. bir cevap alabilmek önemli aslında, evet ya da hayır, bir cevap ihtiyacı duyuyor insan. Çünki birinden cevap beklemek yorucu bir süreç. Ama bir yerden sonra cevap verilmiyorsa bunu ben ‘hayır’ olarak kabul ettim. Hayat dersi gibi, hani instagramda yazıyorlar ya herşeyi bilen insanlar ‘ no answer is an answer’ (cevapsızlık bir cevaptır). Bazı maillerimin cevabı ‘ üzgünüm labimda hiç boşluk yok, ilgine teşekkür ederim ama fonum yok, teşekkür ederim ama yakın zamanda alım yapamayacağım’ şeklinde idi. Bazı başvurularımda da mülakata çağrıldım ve online görüşmeler yapıldı. Bazen ilk birebir sadece hoca ile konuştum, sunum yaptım, hoca sunum yaptı. sonra diğer lab üyeleri ile tanıştım, görüştüm. Bazen ” aaa çok sevindik, gel görüşelim bizzat’ diyen oldu. sonra iletişim koptu anlamadığım bir şekilde. Yani demem o ki eğer bu yola girecekseniz, şunu paylaşmak isterim ki herkes aynı format ve tarzda yaklaşmıyor. Sonunda siz sadece başvurmak için, ilginizi ifade etmek için bir mail atıyorsunuz ve karşı tarafta kendine göre bir tutum sergiliyor. Cevap alamamak negatif hissettiriyor tabiki, normal birşey diye düşünüyorum ama önemli olan bunun kişisel algılanma seviyesini kontrol edebilmek. ‘beni cevap vermeye bile layık görmüyorlar’ basamağına dikkat etmek lazım. Çünki cevap verilmesi bizim kontrolümüzde değil bu karşı tarafın davranışı ve sebebi her ne ise bizim nedenini bilebileceğimiz birşey değil. Konferanslar ve bilimsel toplantılar da insanlarla tanışmak ve varsa ilginizi ifade etmek için iyi bir araç olarak kullanılabilir.

Mülakatlarımdan edindiğim ilginç deneyimler vardı. İlk mülakatım Stanford da bir hoca ile idi. Herşey çok iyi gitti, tekniklerimiz örtüşüyordu, proje güzeldi, fonu vardı. Kağıt imzalama seviyesinde idik ve ilginç bir diyalog geçti aramızda. Stanforddaki yaşam masraflarının çok yüksek olmasından konuşuyorduk. bana şöyle bir soru yöneltti ‘ para için endişelenmen gereken bir sebep var mı’. soru zaten kendi başına bence pek uygun bir soru değil heleki bir oda kirasının 1500-2000 dolardan başladığı bir yerde. Kendimce cevap verdim, sonra şöyle bir cümle kurdu ‘ postdoc is not a real job’ (doktora sonrası araştırmacı olmak gerçek bir iş değil). Buna çok şaşırdım, afalladım. ilk mülakatımdı çok ne diyeceğimi de bilemedim. ‘ne tam olarak iş oluyor’ diye sordum, O da ‘fakülte pozisyonu alınca’ dedi. farklı birkaç sebep daha da eklenince ikimiz de birbirimize uygun olmadığımıza karar verdik. O an yine negatif bir duygu hissettirmişti ama sonrasında yerini pozitif bir duygu kapladı :). Tabiki postdoc bir iş. Bunun iş olmadığını düşünen insanlara dikkat etmeliyiz bence. Bir mülakatım orta halli dediğim bir şekilde ilerledi. ben istekliydim aslında ama hoca daha tam istediği teknikleri yapabilecek birini istiyordu çünki multidsipliner bir labti ve birinin bana bilmediğim tekniği öğretme imkanı yoktu, hoca da o yüzden daha o tekniği bilen birini istiyordu, Bu da Yale de idi. Bana ne evet diyordu ne hayır diyordu. Siz anladınız durumu 🙂 Ben zaten bu süreci ‘Akademik tinder’ gibi görmeye başlamıştım. Herkesin kendi labı için öngördüğü çalışma şekli, gelecek vizyonu ve düşünme şekli farklı. Bir başvurum Baylor College of Medicine da idi. Bu hocanın bir postdocu ile konferansta tanışmıştım ve onların da projesini sevmiştim. Referans mektubu istedi ve sonra mülakat yapalım dedi. Mülakat günü ayarlamaya çalışırken zamanlama uygunsuzluğu oldu ve onlar daha fazla bekleyemeyeceklerini söylediler. Bu da öyle sonuçlanmış oldu. Bazı başvurularımda da hocalar referans mektubu istediler ve sonra iletişim devam etmedi 🙂 artık mektup da ne vardı ise bilemiyorum 🙂 şaka yapıyorum, yine muhtemelen hocaların talep ettiği kriterdeki farklılıktan kaynaklandı. Bir de Avrupa ve Amerika nın bilimsel yaklaşımı ve ölçüm kriterleri de farklı olabiliyor. Mesela Amerika yayınlanmış makale sayısına Avrupaya kıyasla daha odaklanıyor gibi geldi benim deneyimime göre. sadece paylaşıyorum, ihtimaller böyle diye. Her labin şekli, çalışma biçimi ve ihtiyaç duyduğu yetenekler farkli oluyor. Bazı mülakatlarımda bizzat ziyaret etmek için davet aldım. Bunları en keyifli mülakat şekli olarak görüyorum. size kişileri bizzat görme imkanı veriyor ve ülkeyi, şehri de görmüş oluyorsunuz. kesinlikle daha şeffaf ve belirleyici bir deneyim oluyor. Masrafları da davet eden kurum karşılıyor. İlki Londra da, Kings College London da idi. Tabi Londrayı daha önce gördüğüm için bunun bana şehri tanıma fırsatı verdiğini söylemem ama yine de binanın nerde olduğunu, şehirdeki konumunu bilmek de güzel. Burasi ile zaman noktasında uyuşamadık. farkettiğiniz üzere zamanlama önemli bir kriter, bazen hoca diyor ki ben seneye alım yapabilirim ama ben bi sene bekleyemiyorum çünki 3-4 ay içinde ise başlamazsam gelirim olmamış oluyor vb. gibi. Bir diğer ziyaretim de isviçrede idi. Hoca iyidi, proje iyidi, şehir iyidi. Burda da hocanın kafasındaki projeye biçtiği süre planlaması ile ve labını yönetme şekli ile pek uyumlu olamadım, O da benimki ile uyumlu olamadı 🙂 Bu farklılıklar hep konuşmalar ve insanların birbirini anlamaya yönelik sorduğu sorularla ortaya çıkıyor. bu sorular ‘ ne yapmak istiyorsun, hedeflerin neler, benim labimda nasil şeyler yapmayı düşünüyorsun gibi. bende sizin gelecek yıllar için planlarınız neler, labtaki iş paylaşımı ve çalışma stili nasıl, fon durumu nedir, mentörlüğü nasıl yapıyorsunuz gibi şeyler soruyorum. Bunları konuşurken aslında az çok belli oluyor uyum var mı yok mu. Bu hoca mesela En az 6 sene dedi, aşağı da inmedi. Diğer ziyaretim de Almanyada idi. Bu labı gayet sevmiştim, kişileri de öyle ve proje de çok heyecan verici idi. istediğim yeni model organizma ve yeni teknikler içeriyordu. Buradan son teklifi de almıştım ve aslında gayet de evet demeye yakındım derken, şimdi olduğum yerdeki hoca ve projeye denk geldim. Bir de Abu Dhabi de (NYU-AD) bir başvurum vardı, ilk turu geçmiştim ama ikinci turu yapmadan geri çektim başvurumu çünki suan ki laba evet deme kararı almıştım.

Nasıl mı oldu?

Twitter da hocanın pozisyon ilanını gördüm. Twitter da çok ilan gördüm bu arada, doğru insanları takip edince doğru şeyleri görebiliyorsunuz. İlk tepkim şuydu ‘aaaa istediğim tüm teknikler, iki yeni model’. süper. hemen bakayım. Açtım ilanın tamamını. Okurken baktım ki kanser, sinir bilim değil. Bu ana kadar benim diğer tüm başvurularım sinir bilimde idi. Nöron ile devam etmek istemiştim. Hala da istiyorum, ama suan başka bir basamak için durdurdum diyelim :). Kanseri görünce vagzeçmiştim. Öğleden sonra başka bir hoca ile sohbet ediyordum kök hücre ile alakalı. Hoca şöyle birşey dedi ‘aaaa bu arada bak falanca hoca Amerikadan Oxford a taşıdı labını, bir bak projesine alım yapıyor, çok iyi mentördür’ dedi. Bende sabah ilanını gördüğümü ama kanser çalıştığı için yazmaktan vagzeçtiğimi söyledim. Hoca dedi ki bence kendin karar verme bi sor belki orta yollu birşey yapabilir çünki çok iyi hocadır. Doğru dedim aslında, ben varsayımda bulunmamalıyım, sormalıyım. Mail attım, hoca anında cevap verdi yarın bi saat boşluğu olduğunu ve uygunsam görüşebileceğini söyledi. ertesi gün online olarak ilk görüşmemizi yaptık. ben kendimi tanıttım, sonra hoca projeyi anlatmaya başladı. Bugüne kadar hiç üzerine düşünmediğim bir konudan bahsediyor olmasına rağmen kendisinin enerjisinden kaynaklı herhalde, çok ilginç geldi konu. EEE tabi kanser, farklı alan, bilgim de sınırlı olduğu için merak uyandırdı. Hocanın iletişim becerisine, nezaketine, bilimsel enerjisine ve karşısındakine kendini ifade etmesi için imkan veren tarzına hayran kaldım. görüştüğüm diğer tüm hocalar içinde farklı bir enerjisi olduğunu itiraf etmeliyim. Diğerleri kötü değildi bu noktalarda ama bu hocanın kendine has bir farklılığı var. Hatta arkadaşlarım ‘he is your academic crush’ (senin yeni akademik flörtün) diye şaka yapıyorlardı çünki mail görünce hocadan seviniyor ve heyecanlanıyordum 🙂 labındaki diğer insanların hocanın mentörlüğüne çok pozitif yorum yapmasına şaşırmadım sonrasında. diğer lab üyeleri ile tanışmak istedim. bu arada bu çok önemli bir basamak, bu şekilde hem diğer insanların labta neler yaptığını öğreniyorsunuz hem de hocanın nasıl bir mentör, insan ve bilim insanı olduğunu öğreniyorsunuz. Onlar da sizi biraz daha öğreniyor. Görüştüğüm kişilerden duyduklarım çok pozitifti. Sonra ben de hocaya doktora projemi sundum ( bu şekilde sizin neler yaptığınız, neleri nasıl düşündüğünüz ölçülmüş oluyor sanırım). Ben gayet pozitif hissediyordum ve almanyadaki projeyi ve labı de sevmiş olmama rağmen bu tarafa daha yakın hissetmeye başlamıştım. O sırada Almanya resmi teklifi yaptı ve cevap istedi benden. bunu da çok bekletemiyorsunuz çünki onlar da eğer cevap hayır ise diğer adayları değerlendirmeye devam etmek istiyor hakkı ile.

Oxforddaki hoca, benim danışmanımla görüşmek istedi son aşama olarak. İlk defa bir hoca yazılı referans mektubu istemek yerine online birebir görüşme istedi. bunu da daha sağlıklı buldum açıkçası. çünki referans mektubu olayı gayet sancılı bir süreç, ve herşeyi yavaşlatıyor en azından benim deneyimimde. halbuki aynı şeyler 15 dk içinde konuşulabilir kişiler arasında. herneyse, hocalar görüşmesini yaptılar ve olumlu geri dönüş aldım.

yaklaşık 1 sene postdoc pozisyonlarına bakıyor başvuru yapıyordum. son 10 gün içinde, hem alan değiştirdim hem model değiştirdim, teknik falan hepsi yeni ve de çok istediğim şekilde oldu proje kısmı. Amerikayı deneyimlemek istemiştim, oraya ben gidemedim ama hoca Amerikadan buraya geldi 🙂 Nasip 🙂 Overlokçu ayağına geldi şarkısı çalmaya başladı suan arka fonda.

Şimdi öğrenmeye devam, aktarabilme ve bir damla da olsa pozitif bir katkı yapabilme umudu ile.

Farkindalik dersi notlarim

-Zihnimizde olmuş bir olay sürekli tekrar ediyor

-Aklimizda kendimize hatalarımızı tekrar edip duruyoruz

-insanların bize karşı hoşumuza gitmeyen davranişlarini sürekli canlı tutuyoruz, affedemiyoruz

-saatlerce zihnimiz istemediğiniz seylerle meşgul oluyor

-kendimizi başka şeye odaklamak istiyoruz ama bu sefer iyice yoruluyoruz ve yine de odaklanamıyoruz

-hep negatif hissediyoruz, ağır ve sürekli yorgunuz ama aslı nda yorulacak birşey de yapmiyoruz

Bunlar hep zihnimizin gücünden ve aslinda farkindalik eksikliğimizden kaynaklanıyor. Yazi icinde bazen ‘biz’ bazen ‘siz’ hitabını goreceksiniz, tamamen akışta oluşmuş bir durum. tekrar edeyim, bu işin uzmanı degilim. sözlerim kendimedir en çok.

şimdi kalkipta farkindalik (mindfullness) dersi verecek degilim fakat universitenin sagladigi 8 haftalık bir ders sonucunda farkettiklerimi, notlarımı paylaşmak istedim.

dersin kitap kaynağı :(Türkçesi maalesef stoklarda kalmamış gorunuyor) https://www.kitapyurdu.com/kitap/farkindalik-cd-ekli/363295.html

ve ingilizcesi: https://www.amazon.co.uk/Mindfulness-practical-guide-finding-frantic/dp/074995308X

Geçen sene de bir seri derse katilmistim. Geçen seneki hoca aslında sevdirdi bana. şimdi nedir bu derseniz aslanda tamamen kelime ne diyorsa o. ‘farkında olmak’. Farkinda olmayı denediğinizde farkediyordunuz aslanda ne kadar farkında olmadiginizi. Meditasyon yapmak popüler kültür haline geldi ve bazıları icin olmazsa olmaz bazıları icin ise saçmalık. birçoğumuz icin ise denemeden yargiladigimiz ve bilmediğimizden dolayı korktuğumuz seylerden biri. Farkindalik denemeleri ya da meditasyon bir din degil bir ideoloji de degil. Ama ibadetlerinizi daha güzel hale getiriyor sonrasında 🙂 sizin zihinsel egzersizleriniz aslinda. oturup kendinize ayirdiginiz kısacık zamanlar. gecen sene ufak ufak nefes egzersizleriyle baslamistik. Yani zihni nefes aliş-verisinize odaklayarak diğer düşünceleri durdurmaya calişiyorsunuz. Çok çeşitleri var. belli bir tarzı yapmak zorunda degilsiniz, kafanıza gore caniniz neyi nasıl istiyorsa, sanırım güzel olan da bu zaten sizin özel zamaniniz, sizin keyfinize gore. bol bol da konuşuyorduk nasıl hissediyoruz diye. aslında buna ihtiyacımız var degil mi? nasıl hissettiğimizin dile getirilmesine. Nasılım ben diye kendimize sormaya ihtiyacımız var. sonra zihinde donup duran bir sürü düşünceler var, o düşüncelerden kaynaklanan bazen üzücü bazen sinirlendirici ve bazen kirici hisler. duygu ile düşünce arasındaki fark uzerine düşünmeyle başlıyor hersey. Ilk dersten sonra kimse nasılsın sorusuna cevap vermez meditasyon derslerinde adet buymuş 🙂 Çünkü düşündügünüzle hissettiğiniz arasındaki farki ayırt etmek farkında olmayı gerektiriyor. Aslinda bunlar okullarda bize öğretilse ne güzel olur.

farkindalik-nedir

Ne zor iş zihni kontrol edebilmek, durdurabilmek. deneyin, 1 dk hiç birsey düşünmemeyi deneyin… çok zekilik ibaresi degildir çok seyi ayni anda düşünmek, karmaşa, yorgunluk, huzursuzluk, uykusuzluktan bahsediyorum. zihin sürekli karişiksa, sürekli kafada can yorucu düşünceler dolaşıyorsa hersey sizi 10 kat fazla yorar, yemek 10 kat daha lezzetsiz ve hayat  10 kat daha kotudur. sonra biri size derki ya bi dur bi dur analiz edelim o düşünceleri ne onlar? hakikaten gercek bu kadar kötü mü? geçen seneki derslerden öğrendiğim ve en sevdiğim cümle ‘kendine nazik davran‘. gözlerimizi kapatıp, düşüncelerimize dalıyorduk, kendi düşüncelerimizi izliyorduk, ne olursa, mesela gecen haftadan kalma bir diyalog, 10 sene önce kardeşimle yaptıgım bir tartışma, acaba 5 sene sonra ne yapıyor olacağım, aksama ne yemek yapsam…’ evet inanılmaz ama bunların hepsi 1-2dk icinde zihinde ard arda gelebilecek şeyler. sonra hatalar geliyor.’  ahh şunu niye söyle yaptım, şunu keske şöyle demeseydim, falan kişi bunu bana niye dedi, ne demek istedi, ben niye böyleyim, ben kötüyüm, ben yetersizim, bu benim başıma niye geldi…..’ DEGILSIN. ASLINDA KIMSE DE SANA O KADAR KOTU SEYLER DEMEDI,  HICBIR OLAY ASLINDA O KADAR KÖTÜ DEGIL. simdi bunu yanlış anlamayın tabiki çok kotu olaylar sözler var. ama zihin bunları oldugundan daha da katlayacak. Zihinlerimizin biraz toksik bir alişkanligi var. aslında içgüdüsel olarak abartma tehlike anlarında bi nebze işe yarayabilir fakat kontrolu çok onemlidir. panik birçok dış etkenden daha fazla zarar verir insana. zihninizden geçirdiğiniz düşüncelerle kendinizi hasta edebilirsiniz en azından psikolojik olarak ya da mutlu ve sağlıklı edebilirsiniz.

Bu seneki derste de çok tatlı bir öğretmenimiz vardi. Farkindalik dersi verecek kişinin ya da meditasyon hocasının sesi güzel olucak ve nerde ne tonda konuşacağini bilecek. Allah muhafaza aksi hayattan soğutuyor, bir kere başıma geldi 🙂 Bu sene ki dersler bir buçuk saat idi haftada bir kere. ilk derse koşa koşa gittim, ders yeri biraz bölüm binasından uzaktı. Ilk derste hoca başka günlerdeki başka saatlere kendi uygunluğumuza gore geçiş yapabileceğimizi söyledi, strese girmemize gerek olmadigini çünkü farkindalik dersinin amacinin bizim stresimizi azaltmak oldugunu söyledi 🙂 mantıklı olarak. Eğitim hayatında çoğu zaman hep bir şeyleri belli zamanda yapmak zorundayizdir. bazı şeyleri kaciramayiz ve aslinda bu bayağı stres yükler. tamam bazen boyle olması gereklidir disiplin icin ama stres yarattigi da bir gerçektir. her ders önce kısaca yanımızdaki ile sohbet ederek başlardi.  bir tema belirlerdi hoca. ‘ farkindalik dersinden beklentimiz ne, hangi insani özellikleri/degerleri hayatımıza katmak istiyoruz, nelerden kurtulmak istiyoruz, ya da haftamız nasıl gecti, yaptı isek farkindalik egzersizimiz nasıldı, ne hissettik, zorlandiğimiz kısımlar neler vs.’ Sonra herkes hem kendisinin hemde yanındakinin ismini söyleyerek topluca konuşurdu.  insanları dinlemeye basladiginizda şunu farkediyorsunuz ‘ ben bu karmaşada tek degilim! Bu zihinsel çıkmazlar bir tek bana olmuyor.’ Sonra hoca biraz anlatıyor zihnimizin varoluşsal durumlarını ve aslinda karmaşanın, bizim canimizi sıkan şeylerin, o karışık duyguların bize birşeyler anlatmaya calıştığını söylüyor. kendi zihnimizi izleme, kaybolmaktansa dışından bakabilme imkanı buluyoruz ki bu benim icin farkında olmanın tanımıdır. 

Meditasyona ilk başladığınızda zihninizi kontrol etmeye çabalıyorsunuz, siz çabaladıkça da kontrolden çıkıyor. zihninize ‘ düşünme onu, ne alakası var şimdi!’ diye sitem ediyorsunuz ama işe yaramıyor. zihin yine devam ediyor çorba yapmaya. sonra o an hoca diyor ki ‘ kendinizi rahat birakin. izin verin o düşünceye büyüsün gelişsin bakin nereye gidiyor o düşünce…. siz düşünceyi rahat bırakınca anlıyorsunuz ki  oyunun kuralı bu! Düşüncenin varolmasina izin vermek, ilerlemesine bir süre tanıklık etmek, izlemek gerek. bunu yapmaya başlayınca dışardan seyretmeye başlıyorsunuz, icinden kaybolmaktansa. sonra hoca diyor ki bi bak bakalım ne hissediyorsun, vücudunun biryerinde bir his beliriyor mu? ellerde ısınma, midede yanma, sırt veya kollarda kasılma var mı?… bazen oluyor bazen olmuyor. çünkü zihnin oluşturdukları biyolojik olarak vücudun kendi işleyişini de etkiliyor. mesela mutlu bir anı düşündüğümüz bir egzersiz vardi. aklınızdan sizi mutlu eden bir anıyı geçiriyorsunuz, hakikaten eller daha sıcak oluyor mesela, sadece normalde dikkat etmediğimiz için farketmiyoruz. vücudunuz gevşiyor. o kısa sürede aslında zihninizin biyolojik sağlığınız üzerinde ne kadar etkisi olduğunu görüyorsunuz. mide en çok etkilenen organlardan biridir örneğin.

bir güzel şey de birileri size  ‘ sorun degil’ diyor. normal hayatta herşey sorun, işe gitmezsen sorun, o ödevi yapmazsan sorun, o deney çalışmazsa sorun, patron laf ederse sorun, o yemek güzel olmazsa sorun, çocuk birşeye ağlarsa sorun, eşiniz istediğiniz gibi davranmazsa sorun’ ama biri bu şeyler için,  hayatınızda sizi yoran şeyler, hatalarınız olarak görünen şeyler icin ‘sorun degil’ diyor. aslında ne çok ihtiyacımız var. kabul görmeye, yargılanmamaya, eleştirilmemeye, hatalarımızın bulunmamasına ihtiyacımız var. Sevdiklerinize soyleyin, hatalarının affedilebilecegini, herşeye rağmen kabul gördüklerini ve insanın hata yapmaya hakkı oldugunu söyleyin. Dünya daha güzel biryer olacak. çünkü kimse hatasız degil. çocuklarımıza/öğrencilerimize, çalışanlarımıza verebileceğimiz en onemli sevgi şekli bu bence. Insanları hataya sevk edin ya da işi savsaklayın demiyorum tabiki ama pozitif, yapıcı yön veren eleştiri ile negatif, kırıcı ve yargılayıcı olanı ayırt etmek lazım. Aynı şeyle sınanmadan o şeyin nasıl olduğunu anlayamayız.

Eskiden olmuş olaylar kafamızda dönüp durur. Aynı şeyleri tekrar tekrar zihnimizde canlandırırız. hatamızı bulmaya çalisiriz, kendimizi ya da karşı tarafi yargılar tekrar tekrar infaz ederiz. aslinda onlar hep birer hikayedir artık. nasıl ki hikaye kitapları okuruz, filmler izleriz, o olaylar bizim canımızı sıkmaz aslında hikayedir diye izleriz, okuruz ve biter. bir daha da onları zihnimizde görmeyiz. çünkü biliriz ki bir hikayeydi ve bitti. hayatımızdaki eski olmuş olaylarda öyledir. insanlar da hikayenin karakterleridir. bazen iyilerdir bazen kötü. şu bir gerçektir ki  insan bir hikayede iyi bir başka hikayede kötü karakter olabilir. kapanmış bitmiş olaylar zihne tekrar tekrar geliyorsa şu demek olabilir, belki bizim orda kendimizle alakalı bir olguyu keşfetmemiz gerekiyor. karşılanmış ve karşılanmamış ihtiyaçlar analizi bu durumlarda kolaylık sağlıyor. Ornegin, ev arkadaşınız mutfağı kirli bıraktı ve siz buna sinirlendiniz, üzüldünüz. burda karşılanmamış ihtiyaçlarınız ‘saygı, guven ve sorumluluk duygusu’ olabilir. bunlar karşılanmadıgı icin üzüldünüz. sizin şahsiniza karşı olan bir davranış degildi belki ama sizin zihniniz bu sekilde algıladı. Zaten kişilerin yanlış davranişlari bizim hatamız degildir asla. bunu analiz ettiginizde daha rahatlıyorsunuz. kendinizi kendi dünyanizin merkezi yapabilirsiniz ama unutmayalım ki biz başkalarinin dünyasinin merkezi degiliz. olamayız, olmamalıyız da. kendimizi sevsek kafi aslinda, kendimizi sevip kendimize saygı duydugumuzda diger insanların bize yansıması da sevgi ve saygı ile olacaktır ha hala degilse  o da onların tercihidir yine bizden kaynaklanmaz. Zihnimizde kendimize eziyet etmemeliyiz.

Screenshot 2020-03-28 at 16.50.17

Bir diğer öğrendiğim nokta da şu oldu, ‘ikinci ok’ varligi. Ikinci ok varligi şu demek, diyelim bir ormandasınız ve bir okla yaralandınız. zihniniz hemen ikinci, üçüncü ve daha fazla okun (gerçekte var olmayan) ihtimalini düşünüp sizin kaygı ve panik seviyenizi artırmaya baslar. bu bir noktaya kadar size tedbir aldıracak faydalı bir durumdur fakat farkında olup kontrol etmek çok onemlidir. simdi bunun başınıza gelen herşeyde oldugunu düşünün, mesela hocanız size birşey dedi bir eleştiride bulundu diyelim, zihniniz bunu katlayacak şunu da bunu da demek istedi aslinda, demek ki şöyle böyle düşünüyor benim hakkımda, beni sevmiyor, beni beğenmiyor… diye düşünmeye başlayacaksınız. o an yapmanız gereken hayır bunlar gerçek degil bunlar ‘ikinci ok’ lar demek. Zihinde abartmaya yönelik düşünce halkaları oluşuyor kolaylıkla. bu halkaları farkedip kırmak gerekir. Bu da kendinize ‘ tamam ortada negatif bir durum olabilir ama gerçek derecesinden uzaklasmamaliyim, aslinda o kadar da kötü degil‘ demekle olur.

Kendimizi rahatlatmaya çalışırken de duyguları, öfkeyi kontrol etmek lazım. ‘ya işte deniyorum olmuyor’ durumuna düşmemek lazım. Yanlış ya da doğru meditasyon yoktur derdi hoca. Kendinizi rahatlatmaya çalıştıgınızda aklınıza düşünceler gelecek, planlar yapmaya başlayacaksınız, ya da uzun süre gözünüzü kapattıgınız icin uykulu olmaya başlayacaksınız bunlar dikkat dagıtıcı unsurlar evet ama zaten yapılması gereken bunları gözlemlemektedirler, varolmalarına izin verin. içinizde o varolan düşüncelere yer açin, genişleyin. aslında düşündüğümüzden daha genişiz. eğer düşüncelere yer açarsak onlara dışardan bakabilir, bizi şişirip patlayacakmışız haline getirmelerine engel oluruz ve aslında onları daha küçük görmeye başlarız. Negatif hislerimiz ve düşüncelerimiz bizim dikkatimizi çekmek için varlar ve yapmamız gereken de o dikkati bi nebze vermek ama kendimizi yıpratarak degil. kaliteli bir zaman dilimi ayırıp onlar üzerine düşünüp, onların varolmasına izin verip, seyredip, analizini yapmak çare olacaktır.

Mutsuz olduğunuz anlarda mutlu bir anınıza tutunarak onu düşünmeye başlayarak sahip olduğunuz negatifligi değiştirebiliyorsunuz. deneyin görün. kısa bir süreliğine dahi olsa hakikaten mutlu bir anın içinde güzel duygularla dolabiliyorsunuz bu da zihnin gücünü gösteren olaylardan biridir. düşüncelerimize odaklanıp onları teker teker irdelediğimizde artık onlardan ibaret olmuyoruz onları tanımaya başlıyoruz. içimizde ‘birşey’ olduklarını farkediyoruz. ‘Ben bu durumdan mutsuzum’ demek yerine ‘ içimde birşey bu durumdan hoşnut degil acaba ne ola ki’ demeye baslamak bir diğer güzel haslet kanımca. Düşündüklerimizi önce kabul etmeli sonra onları arkadaşça karşılamalı sonra da bize ne anlatmaya çalıştıkları uzerine vakit harcamalıyız. bu şekilde sürekli ‘yapan durumundan’ ‘ anda var olan’ durumuna geçebiliriz.

Screenshot 2020-03-28 at 16.48.43

Duygular hissedilmek icin varlardır. biz onları geçiştirmeye çalıştıkça tekrar tekrar gelirler farklı yerlerden gelirler. alakasız şeylere sinirleniyormuşuz gibi görünmeye başlarız ama aslında biryerlerde sıkıştırdıgımız duygular başka yerlerden çıkmaya başlar. durup hissedip uzerine düşünüp altındakı ihtiyaclara inmek lazım. bunları yaparken de yargılayıcı kendimizi cezalandırıcı ya da incitici olmamalıyız. birileri bizi dinlediğinde nasıl kendimizi degerli ve sevilmiş hissediyorsak aynı şeyi kendi kendimize de yapabileceğimizi farketmeliyiz. kimsenin dinlemesine değil, aslında kendi kendimize kulak vermemize en çok ihtiyacımız var.

zamanla seçimler yapabileceğinizi farkediyorsunuz. saatlerce oturup kara kara düşüncelere dalıp kafamızdan diyaloglar kurup onların içinde dönüp dönüp kaybolmaktansa aslında burdan bir çıkış olduğunu ve burda kalmanın faydalı bir zihinsel alışkanlık olmadığını farkediyoruz. bitmiş hikayeleri, olmuş olayları tekrar tekrar zihnimizde yaşattığımızda aslında odaklanmamız gereken şeyin kendimizle ilgili başka bir durum olduğunu düşünmeye baslamak gerek. her olay, her insan hayatımızdaki vazifesini yapıp çekiliyor aslında. zihinde bu analizleri geciktirirsek olaylar aklımızda dönmeye devam ediyor. çıkarmamız gereken mesajı cikartip duyguyu farkedip yaşamaya pozitif şekilde devam edebilmek bir çıkış ve bu çıkış herkes icin var. Kırılmak ve incinmek insan icin çok normal duygulardır. her duygu aslında güzel ve faydalıdır bizi olgunlaştırır, dönüştürür, güzelleştirir, hassaslaştırır, öğretir ve yaşadığımızı hissettirir.

şimdi olması gereken bu noktalar uzerine düşünmek, sonra da kafamızdaki şeyler uzerine düşünmek, yargılamadan, kendimize nazik davranarak… başkalarına verdigimiz degeri aslinda kendimize vererek. Bu noktalar üzerinde aklinizi eğitmek istiyorsanız denemelisiniz, okumalı ve egzersizleri yapmaya calişmalisiniz. çok fazla birşeye de ihtiyacımız yok, sadece durup kendimizi dinlemek. merhametle….

842a2fa549ac78a857ef120044d4e8ea

doktoranin 3.senesi, 2020, Cambridge, UK

image

Doktoraya başladıgımda (2017) geriye dönüp başvuru sureci ve ilk izlenimlerim hakkında yazmiştim. o zamandan bugüne 3 seneden fazla oldu. Bir de gidişata ait bir yazı olsun istedim. Birinci sene güzeldi. heyecanlı idi. ilk deneyler, projeyi kavrama çabaları bol bol okumalar. Danışmanımla her hafta düzenli olarak yaklaşık 1’er saat bire bir görüşme imkanım oluyor, şimdilerde iki haftada bir yapıyoruz ben biraz daraldım cünki :). Bu görüşmeler inanılmaz faydalı ve öğretici oluyor tabi kolay da olmuyor bazen (cogunlukla) ben birsey soruyorum diyelim bu soru dönüp bana geliyor sonra da soruların ardı arkası gelmiyor. ilk başlarda her toplantı sonunda başım ağrıyordu ve günün geri kalanını konuştuklarimızın üzerine düşünerek ya da diğer lab üyelerine bunları aktararak geçiriyordum. sonraları tabi ben de bilgi inşa etmeye başlayınca daha rahat gecmeye başladı ama tabi bir sorunun cevabına az çok hakim olunca bu başka bir soru getiriyor. hani sonu gelmeyen seviye atlamalı oyunlar gibi. Ilk 6 hafta sonunda bir kısa rapor istiyor departman. Projeni anladın mi, alıştın mı, üniversite imkanlarına hakim misin vb ölçümler icin.

ilk senemde transposon DNA elementini (hareket edebilen DNA dizisi) Drosophila (meyve sineği) genomunda harekete geçirerek istediğim gende mutasyon yapma ile başlamıştım. Ne yaptıgımızı düşününce inanılmaz heyecanlanıyordum. Sonra CRISPR (bir baska genom düzenleme yöntemi) ile daha hedefli mutasyon yapma kısmına geçtim. bu iki metodu yan yana yapmak çok güzel öğretti ikisi arasındaki farkı, artısı eksisi vb. Bu iki deneyde de staj öğrencilerine danışmanlık yaptım ve bu da çok güzel bir deneyimdi. Bildigimi ingilizce aktarma deneyimi elde etmiş oldum. Daha da önemlisi kısa sureli küçük bir projeyi bir başkası ile beraber yürütüp, takip edip ve tamamlama işlemini deneyimlemiş oldum. O öğrencilerle beraber ilk posterimi oluşturdum ve bilimsel toplantılara gitmeye başladım. İnsan nasıl da heyecanla bekliyor posterinin önüne birileri gelsin diye 🙂 Gidin emi toplantılarda posterlere, hep emek onlar. Birinci sınıf çok tatlıydı. Birçok yeni şey, yeni kişiler ve Cambridge gelenekleri. Sene sonuna doğru ilk sene raporu yazılıyor. Basladıgından beri ne yaptın ne ettin nasıl gidiyor onu anlatıyorsun ve sonra bir sınav yapılıyor sözlü. Yaklaşık bir saat sürdü benimki. çok faydalı idi. benim ne bildigimi ölçtüler. bilmediğim kısımları görmemi sağladılar ve tavsiyelerde bulundular. Doktoraya devam edebilecegime karar verdiler ve bende ettim:) Elde ettigim mutantlarimla konfokal (Confocal) mikroskobunu kullanmaya başladım ve orda hücre (nöron) görüntülemeye başladım. Burdan sonrası aşagı yukarı ikinci sınıf oluyor artık.

Mikroskop inanılmaz birşey. O gördüğünün aslanda gözüne görünmeyen birsey oldugunu bilmek müthiş bir his…. yani mikroskop odasının soğuk olması (mecburen) karanlık olması (mecburen) insanı bunaltmıyor degil. denedim 3 saatten fazla tek seferde görüntüleme, psikolojim acısından iyi olmuyor. Ama yine de güzel meret! Bu sirada bir öğrenci daha aldim danişmanlik yapmak icin. Hoca kendisine gelen başvurulardan beğendiği olunca lab üyelerine soruyor almak isteyen var mi diye, ben genelde evet diyorum. Ögrenciye Drosophila larva örnegi hazırlamayı (dissection) ve mikroskobu öğrettim. insanin öğrenmesi öğrendiğini aktarınca tamamlanıyor. Sağolsun çok güzel çalişti O da, ve beraber  çok  güzel data elde ettik ve posterimizi güncelledik. Bu arada tabi üniversitenin sunduğu birçok dersi de aldim, programlama, istatistik, analiz vb gibi ama insan hemen kullanmayınca unutuyor yine de beynimde biryerlerde yer etmiştir diye umuyorum. Hocaya bir derleme (review) yazma daveti geldi bir dergiden. Hoca da laba sordu isteyen var mi diye. Bende iyi bir şans diye düşündüm. Review yazmak çok öğretici oluyor derler…. anladım niye öyleymiş…..:)) Önce hoca ve bendik ama çok zorlanmaya başladım. hem deneyler hem sosyal yaşam hem de makale işi ağır geldi. Labtan bir postdoc da katılmak isteyince daha kolaylaştı. ama ne sancılı süreç. yazması, okuması, silmesi bastan bi daha yazması, ha tamam simdi oldu deyip hocadan gelen geribildirimle aslında olmadiğiyla yüzleşilmesi, kolumda ağri başladı klavyeye yüklenmekten. hayat işte sıkıştırınca tam sıkıştırıyor. Bu kadar yogunluk arasında bir özel yaz okulundan haftada 7 saat uluslararasi öğrencilere genetik anlatmak icin teklif geldi. güzel de ödeme yapıyorlar, iyi de tecrübe. olur mu olmaz mi derken, hadi dedim olduğu kadar deneyelim. Hayatimin en yoğun ayı idi o ay herhalde. 30 da 30 sabah 8 aksam 11. neyse ki öğrenci vardi da deneyler devam etti bende makaleye ve öğretmeye yoğunlaştim ama öğretmek deyip gecmemek lazim. öğreteceğini hazırlamak, seviyesini ayarlamak amma iş. hani öyle labtaki diğer doktora öğrencisine birsey anlatmak gibi olmuyor. güzel deneyimdi. ikinci sene öyle hizli geçti ki ne görebildim ne tutabildim. tabi hayat başka şeyler de gösteriyor süreçte. yani öyle ohhh işime gücüme bakayım diye birşey yok. başka ugraşilan bir sürü dertler sorunlar oluyor ama ‘öğrenmek’ söylemesi yazması ne kolay ama ne ağır kelime aslında işte. Çok güzel arkadaslar da biriktirdim ki şükrediyorum. ne güzel insanlar var ceşit çeşit renk renk. Kötüsü de var elbet ama nedir ki iyilik kötülük? herkes birinin hikayesinde iyi bir diğerinde kötü değil midir zaten? var midir ki mutlak iyilik? olmalı midir ki? derken üçüncü sınıfta buldum kendimi.

Danişman hocam her dönem ( üç ayda bir) değerlendirme raporu yazıyor sisteme yüklüyor. çok faydalı birşey. senin dönemini özetliyor kısaca. doğrularını yanlişlarini söylüyor ki sen de göresin ve düzeltesin daha iyileştiresin. kişiden kişiye değişir bu tabiki ama sağolsun benim danişmanim bunu çok güzel yapıyor. hep iyileştirmeye yönelik kırmadan, insana yaraşır sekilde. zaten nezaketten gayri ne güzel duruyor ki insan üstünde. akademisyenin nazik olanı kadar yüreğe hoş gelen ne var bilmiyorum. (tersine maruz kaldıysam demek ki…) üçüncü sınıf, tabi biraz yolun sonu görünüyor evresi. saçtaki beyazları farketme evresi ama tam da boyle yerleştin şehre, çevre yaptın, sosyalleşmenin de zirvesi yani. sene basında Amerikada Janelia Research Center da bir konferansa gittim. manyak biryer bakin derim. orda 2dk’lik poster blitz sunum yaptım. yav ne bela birşey 2 dk da iş anlatmak. sonra Pariste başka bir konferansta 10 dk ilk bir sunum yaptım. Böyle ilerliyor demekki sistem 🙂 Hocam sağolsun bunları hep önceden pratik ettiriyor tüm lab üyeleri ile beraber. herkes dinliyor ve yorum yapıyor daha iyi nasıl olabilir diye. bir insanin bir insana verebileceği en degerli şeydir VAKIT. verenlere selam olsun! şunu anladım hani o gördüğümüz güzel sunumlar posterler makaleler varya onlar  birçok insanin vakti, emeği, kafa patlatması aslında. ondandır o teşekkür kısmının  hayati önem taşımasi. emek yenir mi ya? yense de boğazdan geçer mi? insan boğazı o kadar geniş mi? Yani keramet bende, sende, onda değil keramet emek de, biz de, biz olabilmekte. Konferanslar insana çok şey katıyor. çok da yoruyor kafayı. ama gidip konuşmak lazim sormak lazım, sormak! Bir bilim insanına yapılacak en büyük iyilik ona soru sormak, yorum yapmak, nezaketle tabiki. farklı bir bakış açısı göstermek. insanlar sizi unutmuyor öyle olunca. siz unutuyorsunuz onları ama onlar sizin yüzünüzü o sorudan ötürü unutmuyor. sorunun öyle aman aman birşey olmasina gerek yok. zaten kötü soru olmaz. aklına takıldı ise sor, sor gitsin. en azından dinlemeye calişmişsin, ilgilisin. bunun utanması olmaz. iş olsun diye soru sorulsun demiyorum tabi. Biraz böyle oraya buraya gitmek gelmek, toplantılar derken işler aksıyor tabi. eee tatil de yapmak lazım dinlenmek lazım. yoksa devamlılık bozuluyor. uykuyu da esirgememek lazim hemen hasta eder sonra. Makale sonunda yayınlandı. yayınlanmadan derdi bitmiyor zaten. yayınlanınca kapanıyor o dosya. Biraz da gönüllülük işlerine meylettim. Samaritans ve CCJ (Council of Christians and jews) diye iki vakıfa katıldım. ilki insanların derdini dinlemek için telefon sistemi kurmuş bir vakıf. siz oturuyorsunuz telefona cevap veriyorsunuz ve insanlar arayıp size derdini anlatıyor. tek ihtiyaçları olan onları birinin dinlemesi. 10 haftalık bir eğitim veriyorlar öncesinde. size dinlemenin ne oldugunu anlatıyorlar. dert nasıl dinlenir onu öğretiyorlar. ben farkettim ki ben aslında hiç doğru düzgün dert dinleyememişim daha önce. dinlediğimi sanmişim. hep öyleyiz aslında, kötü niyetten de degil sadece farkında degiliz. öyle güzel bir eğitim ki keşke okullarda çocukken öğretilse diyor insan. Digeri de inter-faith (farkli dinleri buluşturan) aktiviteler yapan bir vakıf. dinler arası kaynaşmayı ve barışı artırmayı hedefliyor. adında Islam yok ama Islami vakıflarla partner oluyorlar aktivitelerde. çok şey öğrendim ve bildiğimce de aktarmaya caliştim. Çok güzel ortamlar gördüm sayelerinde. barış dolu huzurlu el ele. insan bilmediğinden ne çok korkuyor. insan bilmediğini hep kötü sanıyor. kötü sandığı aslında bilmediği. bu karşilikli böyle. tanışmazsak tanımazlar. Boyle gidiyor işte doktora. tabi herşeye yetişilmiyor. yarim kalan seyler oluyor koşturmacada. yapabileceğinden fazlasını almamak lazım tabiki ama işte bazı durumlarda herşeyin üst üste geleceğini kestiremiyorsunuz.

belki harika seviyede data üretemiyorum labta ama sanırım ne oluyorsa hayatımda iyisi ile kötüsü ile sevindireni ve üzdüreni ile bu doktorayı ben seviyorum. ben ondan razıyım umarım doktoram da benden razı olur birgun ve mezun olurum 🙂

*Yazidaki harf hataları icin özür dilerim klavye Ingilizce harflerden oluşuyor. otomatik düzeltme ayarladım ama hepsini algılamadı nedense. tek tek düzeltmek de yoruyor. umarım anlasilirdir yine de.

sevgiler

Zeynep

Eleştirel Düşünme (Critical thinking) Nasıl Kazandırılır/Kazanılır?

what-was-i-thinking-1Eğitimin en önemli sonuçlarından biri olması beklenen eleştirel düşünme ( critical thinking) üzerine denk geldiğim bir TED konuşmasını, faydalı olacağına inandığımdan Türkçeye çevirmek istedim. Orijinal konuşma ve beni çeviri için kullandığım metin için link aşağıda:

Critical thinking is a 21st-century essential — here’s how to help kids learn it

Eleştirel düşünebilmeyi ne kadar erken kazanırsak o kadar iyi fakat hiç bir zaman öğrenmek ve gelişmek için geç değil, yeter ki önemini anlayıp bu yeteceği kazanmak isteyelim. Ben bu metnin hem anne-babalar hem de öğretmenler, akademisyenler ve eğitimle iştigal eden herkes için ve öğrenen kişilerin kendisi için faydalı olacağını düşünüyorum.

-aşağıdaki metin yukarıdaki linkten çeviridir.

” 21. yüzyılın esaslarından biri “Eleştirel Düşünme (Critical thinking)”. Çocukların bu alışkanlığı kazanmasına nasıl yardım edebiliriz:

Eğitmen Brian Oshiro der ki: ” eğer çocuklarımızın bizim karmaşık dünyamızda büyümesini istiyorsak onlara nasıl düşünmeleri gerektiğini öğretmeliyiz ve bunu 4 basit soru ile yapabiliriz”

Biz gençlerin ilerlemelerini/gelişmelerini isteriz fakat onları gelecekte başarıya ulaşacakları yola nasıl hazırlamamız gerektiği üzerine belirli bir fikir birliğine sahip değiliz. Tüm çocuklara kodlama öğretmek mi gerekli? Mandarin, ispanyolca, Hintçe ve İngilizceyi  akıcı konuşabilmelerini mi sağlamalı?

Bunlar harika kabiliyetler fakat yeterli değil der Brian Oshiro ve ekler : eğer biz çocuklarımızın esnek bir zihne sahip olup yeni bilgiyi kolayca kapabilmelerini ve karmaşık sorunlara cevap bulabilmelerini istiyorsak onların eleştirel düşünmekabiliyetlerini geliştirmeliyiz.

Yetişkinlikte, çoktan seçmeli testlere kıyasla çok daha zor sorunlarla başa çıkmak zorunda kalırız bu nedenle öğrencilere/çocuklara sadece bir doğru cevabı olmayan sorunlarla uğraşma şansını vermeliyiz. Bunu yapmak onların eğitim hayatı dışına çıktıklarında -gelecek hayatlarında- karşılaşabilecekleri durumlar için daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır.

Çocukları küçük yaştan itibaren eleştirel düşünmeye nasıl teşvik edebiliriz? Cevap: Çocukların zaten üzerinde uzman olduğu bir aktivite ile: soru sormak.

  1. “Ne?” sorusundan sonra “Nasıl?” ve “Niye?” sorularını da sor

Farz edelim ki çocuğunuz okulda iklim değişikliğini öğreniyor. Öğretmenleri onlara ” iklim değişikliğinin ana sebepleri nelerdir” diye bir soru sorabilir. Şimdi bu soruda iki sıkıntılı nokta var: birincisi, basit bir internet araştırması ile kolayca cevaplanabilir ve bu kadar kolay cevaplanması insanda hatalı/gereksiz/temelsiz güven duygusu oluşturur. İkincisi de çocuklar bu şekilde konuya hakim olduklarını düşünürler ki bildikleri/kolayca ulaştıkları şey aslında çok yüzeyseldir.

Fakat sizler çocuklarınızı ekstra sorularla yönlendirebilirsiniz. Örneğin: “nasıl X sebebi iklim değişikliğine sebep olur?” ve “niye bunun için endişelenmeliyiz?”. Çocuklar bunlara cevap verebilmek için, açıkça görünen sebeplerin ötesinde konu hakkında gerçekten düşünmeye ihtiyaç duyacaklardır.

Bir diğer harika soru ” İklim değişikliği bizim yaşadığımız yeri nasıl etkileyecek?” ya da “Neden belirli şehirler/bölgeler özellikle iklim değişikliği için endişelenmeli?”. Soruları bölgeselleştirmek çocuklara bilgilerini kendi hayatlarıyla bağlantılandırma şansı verecektir.

  1. Devamında “Bunu nereden/nasıl biliyorsun?” diye sorun

Ohiro ya göre çocuklar cevapları için kanıt sunabilmeli ve gerektiğinde cevaplarını mantıksal ataklara karşı savunabilmelidir. Bunu nereden/nasıl biliyorsun sorusuna cevap vermek çocuklara önceki yargıları/bilgileri üzerine düşünme ve cevaplarını nereden nasıl edindiklerini sorgulama imkanı verecektir.

  1. Onları kendi fikirlerinin nasıl diğer insanların fikirlerinden farklı olabileceği noktasında düşünmeye sevk edin.

Şöyle bir soru sorun ” İklim değişikli X ülkesinin Y şehrinde yaşayan kişileri nasıl etkileyecektir?” ya da “X ülkesinin Y şehrinde yaşayan insan bu konuda endişelenmelidir” Bu şekilde çocuklar başkalarının endişeleri ve öncelikleri hakkında düşünmeye yönlendirilmiş olacaklar ve başkalarının bakış açısını anlamaya çalışacaklardır. Bu yaklaşım sorunlara yaratıcı çözüm bulabilmenin temel esaslarındandır.

  1. Son olarak onlara bu sorunu nasıl çözebileceklerini sorun.

Herşeyden önce soruya odaklandığınızdan emin olun. Örneğin, “iklim değişikliğini nasıl çözeriz?” -ki herhangi biri için fazlaca ağır bir soru- bunun yerine “iklim değişikliğine sebep olan X problemini nasıl ele alıp çözebiliriz?” şeklinde sorun. Bu soruya cevap vermek çocukların bildiklerini sentezlemesini sağlayacaktır. Farklı yaklaşımlara ulaşabilmelerine hafifçe yardımcı olmak için: “hangi bilimsel çözüm X sebebini ele alır ve çözmeye çalışır?, Ekonomik çözüm ya da politik çözüm ne demek?” şeklinde sorular ekleyin.

Bu şekilde çocuklara eleştirel düşünmekazandırmaya istediğiniz zaman istediğiniz konuyla başlayabilirsiniz ve bu konularda uzman olmanıza gerek yok. Bu onlara kendi kendilerine düşünmeyi öğretmeyi sağlayacaktır.Sizin buradaki rolünüz onlara gerekli soruları sormak ve dikkatlice, eleştirel yaklaşımla dinlemek. Aynı zamanda çocuklar size bu cevapları aktarırken nasıl bilgiyi sizin için anlaşılır şekilde birleştirmeleri gerektiğini üzerine de düşünecek ve öğrenimin pekişmesini sağlayacaktır.

Eleştirel düşünme sadece çocuklar ya da gençler için değil elbette. Eğer siz hayat boyu öğrenmeye talip biri iseniz, bu tip soruları kendinize de sorup halihazırda bildiğiniz şeyleri ne kadar biliyorsunuz, nasıl biliyorsunuz açısından test edebilirsiniz. Oshiro’a göre, hepimiz eleştirel düşünmeyi birkaç ekstra soru ile geliştirip destekleyebiliriz. ”

sorun ki çürümesin beyinler.

sevgiler

zeynep.

 

Pasaport ve İngiltere oturma iznini (BRP kart) kaybetmekle gelen küçük umutlar

Tarih 12 nisan 2019. Arkadaşlarımı ziyarete Cambridge den Londraya gitmiştim. Güzel bir akşam yemeği keyifli, sohbet eşliğinde…sabah harika bir kahvaltı ve yine güzel yürekler etrafımda. öğleden sonra çıkalım da biraz dolaşalım dedik, mağaza falan bakmak yani. Oxford street (cadde) e gittik. kafa güzel, hava güzel, dolaşıyoruz. Bir mağazanın kapanma saati idi, akşam 6 gibi. anons yapıldı kapıya doğru yöneldik. Çıkışta bir yere gidelim yemek yiyelim dedik 10 dk sonra restorana geçtik oturduk. bir baktım ki cebimde cüzdan yok! hani bi anda ekran kararır ya, öyle oldu. para en önemsiz şeydi herhalde o cüzdandaki. hani cüzdanın kendisi bile içindeki paradan daha değerliydi öyle diyeyim. Pasaportum, UK oturma izni kartım (BRP), banka kartları, sürücü belgesi, Türkiye telefon hattı, daha da belki hatırlamadığım şeyler. evet öyle bir cüzdandı O. niye herşeyi yanımda taşıyordum? işte bu sorunun cevabı muamma…yani işte toyluk demekki. Hemen mağazaya koştuk çünkü hatırladığım kadarı ile o mağazaya kadar cüzdan cebimdeydi. ama işte bilemiyorsun da. öyle birşey ki kim ne ara ne şekilde yanaştı da aldı nasıl oldu anlamıyorsun bile. mağaza görevlileri “kapattık şuan yapabileceğimiz birşey yok” dedi. “polisi arayın çalındığını düşünüyorsanız ya da sabah gelin düşürdüyseniz belki biri teslim etmiştir” dediler. ahhh bu küçük umutlar ahhh. polisi aradım hemen. polis görevini yaptı rapor için gerekli bilgileri aldı ve bu 40 dk sürdü. sonra bankayı aradım kartı iptal edebilmek için..ya zaten kart çalınmış, zibilyon tane soru sormuyorlar mı, poffff. Tamam amenna güvenlik haklısın sor ama bir yerde dur yani. neyse…40 dk içinde kartlarda hiç bir hareket olmamış. eee be hırsız aldın o cüzdanı 15 pound vardı içinde, gerisini attın çöpe ya da ne yaptıysan artık, 15 pound 105 tl civarı falan….ama işin aslında sebep olduğun zarar sana kar olmuyor ki be mübarek!

işin “ahh be” dedirten kısmı şu: ben bu evrakları pazar günü kaybettim, gelecek cumartesi de Hindistana seyahat planım vardı. Hayatımda ilk defa bir ülkeye sadece gezme amaçlı gidecektim. başka bir bilimsel, eğitim amacı gütmeden. arkadaşın düğününe katılacak biraz da gezecektik bir grup arkadaş. biletler aldık, otel ödedik, tur ödedik, vizeye başvurdum, aşı oldum aşı 4 tane. üç gün kol ağrısı çektim. iyi de para yatırmış olmak demek bunlar hep. Hele o BRP kart, aman yarabbi, ilk alırken zaten bir ton mesele, evrak, bekleme… yav bi de bunu kaybediyorsun. ha çaldırmış olsan da mağdur olamıyorsun böyle şeylerde. kayıp senin, cezanı çekeceksin. bir yol var mı hala olur mu acaba diye düşünüyorsun, araştırıyorsun, google ın dili olsa da konuşsa…hani dedim belki hemen konsolosluk bir pasaport verirse, hemen hızlıca tekrar Hindistan vizesine başvururum, belki BRP için de bir yol bulunur. ahhh küçük umutlar ahh. nasıl da rahatlatırlar daralan yüreği. Heyhat! Hindistan konsolosluğunu aradım durumu anlattım, pasaport alsam hemen dedim, hızlıca vize alabilirmiyim? “tamam” dediler bir günde alırsın tekrar başvur. ya sanki, belki, hadi inşallah olur mu ki… Türkiye konsolosluğu acil durumlar için geçici pasaport verebiliyor. ama bu pasaport sadece Türkiyeye gidiş için bir belgeymiş. birak 1 aylık-6 aylık hani başka ülkeye ibraz edip zaten vize talep edilmezmiş. EEE Hindistan da bu durumda vize veremez, en az 6 ay geçerli pasaport istiyor. Hani herşey online, hani herşey bilgisayarda, hani sistemde ya herşey, yok yok, kağıtta olmazsa olmuyor. onlar kayboldu mu, online sistemin ne söylediği kar etmiyor. parmak izi, retina taraması yok yani. adamlar mühür basmak için defter istiyor defter! ee 6 aylık pasaportu hemen alamaz mıyım? ALAMAZSIN!. Türkiyede basılacak, postalanacak, herşey harika gitse (gitmez zaten de) vizeyi almaya gün kalmıyor. BRP ye gelince, İngilterede paran kadar işleri hızlandırman mümkün olabiliyor. 900 pound verirsen 1-3 günde kartı verebiliriz diyorlar ama yine de kesin veririz demiyorlar. Bu da bir diğer İngiliz düsturu..Sonuç Hindistan tatili yandı gitti. İnsan hiç bir yolu çaresi kalmadığını idrak edince daha rahatlıyor. o küçük umutlar var ya o küçük umutlar onlar bi hayli yıpratıyor. Ülkeden BRP olmadan çıksan geri giremezsin. bunu da kesinlik olarak söylemiyorlar. “not recommended, risky” ayyy…yani sana o küçük umuttan veriyor ki yine, riski alsan bile asla rahat edeme hep acabayı düşün.

Tüm mağazaları dolaştım, hani düşürmüşsem, belki biri teslim etmişse…Çöplere bakası geliyor insanın belki ordadır diye…Biraz bekleyeyim belki birkaç gün sonra haber gelir diye yeni pasaport ve BRP kart için başvuru yapmadım hemen.çünkü yenileri için başvurunca iptal oluyorlar, bulunsa da artık kullanım dışı.

Bankaya gittim yeni kart istemek için, ID(herhangi bir kimlik belgesi, pasaport genelde) soruyor. Yok kaybettim diyorum, ama o zaman yapamayız ki diyor. hani “la havle” çekmelik zamanlar var ya. “kimin parasını kime vermiyorsun diye bağırası geliyor insanın.Neyse mülakat yapıp zibilyontane soruyu sorup, “benim ben olduğuma”ikna oluyorlar. anne kızlık soyadı tabiki her koşulda sorulacak.Kartın gelmesi iki gün sürer dediler. neyse biraz nakit vermişti arkadaşlar onla idare ederim dedim. Cüzdana öyle alışmışım ki nakit para başka nereye konuluyor diye bir düşünüyor insan.

10 gün bekledim ses çıkmadı. artık resmi başvuruları yapmaya karar verdim.Hiç kimlik belgesi olmayınca da insan bir benlik sıkıntısı yaşıyor küçük çaplı. BRP için UK içişleri bakanlığının online başvuru sistemi var, kolay basit bir form amenna. 75 pound, güzel. hızlısına başvuracak yürek yok (parasal), normal servis de 8 hafta içinde diyor, hani öyle bir aralık ki ölür müsün öldürür müsün. mayısın sonunda Türkiye bileti almıştım, o nolacak derdindeyim şuan ama işte o kadar “yürek” yok yani artık. Neyse eee hadi parmak izi vermek için randevu alıcaz bir de, güzel. şimdi ücretsiz randevu 2 hafta sonra ancak çıkıyor, ama ekstra öderim dersen ertesi gün sabahtan akşama kadar canının istediği her gün imkan var. yav sen ingilize mi öğreteceksin nasıl para kazanılacağını, hey yavrum hey! Cambridge de bir merkez var, londrada var bi de. Cambridgedekinin ücreti Londradakinden (londra, croydon, 100 pound) daha pahalı. Neyse peki, bunu ödedim, zaten konsolosluğa pasaport için londraya gitmem lazım, ordan da BRP için biyometrik işlemleri yaptırırım dedim.

sabah konsolosluğa gittim. şatafatlı güzel bir bina, Knightsbridge diye bir yerde. Girdim içeri, sizi ilk karşılayan kısmı normal bir devlet dairesi, harala gürele.hızlı ilerliyor ama. işlem için gittim. Kimliğimi verdim (türkiye kimliğim allahtan ki cüzdanda değilmiş), pasaportumu kaybettim yeniden başvuru yapmak istiyorum dedim. Kafamda hemen tamam evrak, fotoğraf, biyometrik verilecek, bir iki hafta içinde de pasaport gelecek. ahhh ahhh.yok şimdi ben kaybettim ya, önce bir İl nüfus müdürlüğüne yazı yazılacakmış, bu kişi pasaporta başvurabilir mi bilgisi alınacakmış, sonra ben geri çağrılacakmışım, başvurumu yapacakmışım. bir de herşey posta ile yazışarakmış. “la havle” anı yine. benim biletim var da mayıs sonu dedim acaba yetişir mi bir şekilde? Görevli mail de atabilirim dedi. yav kardeşim bir tek mail at zaten, ne yazıp postalıyorsun. neyse buna da şükür. 8 pound posta ücreti ödenecek, nakitmiş. ben de kartla ödenir herhalde dedim. yok, herşey sadece nakit. tamam ben gidip bir bankamatik bulayım para çekeyim dedim. en yakın nerde vardır falan, tren istasyonu. Napalım mecbur gittim tren istasyonuna geri. bir ATM var o da çalışmıyor, nasip işte. eee çıktım dışarı koca cadde bir yerde bir ATM vardır herhalde diye… YOK! heryer lüks markalar, oteller….hani mağazalar fiyatların belirtilmediği markalar, oraya giden zaten fiyatını sormuyor alırken, almayı etkileyen motivasyon başka çünkü. fiyatını soracak olsan oraya giremezsin zaten, hani sorsan duramazsın 🙂 …yok arkadaş bir para çekecek yer yok, yürürsün başka bir istasyona. neyse. çektim parayı geri geldim, ödemeyi yaptım. aralarda koşuyorum, tatile girmeden yetişeyim de 2 saat beklemeyeyim falan diye tabi. sağolsunlar hemen mail atmışlar il müdürlüğüne. aradım Türkiyeyi, durumu anlattım. demesinler mi ki, eee biz bunu şimdi emniyete yazıcaz, emniyet pasaport almasında sıkıntı yok diyecek, biz bunu konsolosluğa bildirecek, konsoloslukta bana ulaşacak, posta ile yine, yav mail at ya, beleş ya beleş, mail at. ee bu ne kadar sürecek, 10 GÜN!. beklemek öğrenmesi ancak bol bol pratikle olan birşey.

ordan akşamüstü, BRP işlemleri için randevu merkezine gittim. girişte pasaport soruyorlar, yok dedim kaybettim. herhangi bir kimlik dediler, Türkiye kimliğim var dedim, ee ver tamam dediler :). şimdi biyometrik işlemleri sana yaptırıyorlar, bir görevli 5-6 kişiyi topluyor, tarif ediyor nasıl yapılacağını sonra bırakıyor seni makinayla. makina söylüyor herseyi, şimdi şunu yap, şimdi bunu yap. herşeyi doğru yaparsan da ilerliyor. eee hadi yaptık. evrakları kendim yükledim, biyometriği de kendim yaptım. şunların evde satılanı çıksa da hani yazıcı gibi, kendimiz yapsak yüklesek yani. eee bitti şimdi ne yapıyoruz dedim. bir masa başı memura yönlendirdiler. memur kontrol ediyor herşeyi. tamam mı diyor göndereyim mi başvurunu, tamam diyorsun. eee bitti gitti, 100 pound. gerisine bakanlık karar verecek, kartı yollayacak.

bakalım bu işlemler ne kadar sürecek, bakalım Zeynep mayıs da Türkiyeye gelebilecek mi?

çok öğrenecek şey var hayatta, sıkıntılar da öyle güzel öğretiyor ki, öyle güzel genişletiyor ki insanın yüreğini. hani o acı var ya acı, işte genişlemekten ötürü. Toleransın artıyor, daha bir teşekkür eder oluyorsun. Daha güzel gülümsüyor insan be!

siz yine de taşımayın pasaportu, BRP yi üstünüzde.

sevgiyle.

İtina ile gen değiştirilir.

Düşünsenize sokaklarda anons geçen arabalar: “gen değiştirici geldi hanııımmm!!!”…

Talebi var ki böyle bir anons geçiliyor demek ki. işin piyasası oluşmuş. hem büyük endüstri bazlı fabrikalar kurulmuş hem de lokal olarak halk içinden de girişimciler çıkıp gen değiştirebiliyor. bu hizmeti evlere kadar taşıyabiliyorlar.

sevimli olurdu. az kaldı zaten.

Bu ömrümden bir tane daha olsa onu da genetiğe verirdim. beni yıpratmasını da gözönünde bulunduruyorum.

Prof. Jennifer Doudna ve Emmanualle Charpentier 2012 yılında CRISPR/Cas9 mekanizmasını bakterilerde keşfettiler ve bu mekanizmayı kullanarak genoma yeni düzenlemeler getirebileceğimizi ortaya koydular. Projeleri temelde bakterinin virüslerle nasıl savaştığını ortaya koymaktı. Farkettiler ki bakteri CRISPR sistemini kullanarak virüs DNA sını teşhis ediyor ve onu yok ediyor, dolayısıyla virüs DNA sı çoğalamıyor ve bakteri yaşamına devam ediyor. Cas9 enzimi burda DNA kesme görevini üstelniyor ve RNA molekülü de bu enzimi hedef DNA ya yönlendiriyor.

Yıllardır biz genetikçilerin hayali hastalıklara yol açan mutasyonları düzeltebilmek, ya da tedavi bulabilmek için çalışmalarımızda aynı mutasyonları aynı yerlerde oluşturabilmek, genoma eklemeler ve silmeler yapabilmekti. Sonunda bakteriler bize bu noktada yol gösterdi. Şimdi teknoloji, çağımızda başdöndürücü hızda ilerliyor ve gideceği yeri belirlemek de yine bizlere düşüyor. Halihazırda CRISPR ile genom düzenlenmesi farelerde, maymunlarda ve insan embriyolarında denendi ve teşebbüslerin istenilen değişikleri yaptığı ve yöntemin işe yaradığı gösterildi. Şimdi:

  • kalıtsal olan hastalıklar anne-baba dan çocuğa geçmeden embriyo aşamasında düzeltilir mi? ve gelecek nesil mutasyondan arındırılabilir mi?
  • neden yeni nesil insanlar hastalıklara yatkınlık genlerinden kurtulmasınlar?
  • acaba insanlar hasta ya da değil genomunu kontrol ettirip değiştirilecek birşey var mı diye hastahanelere gider mi?
  • mavi gözlü bebek sahibi olmak için başvurada bulunur mu gerçekten? hakikaten çocuğunuzun fiziksel özelliklerini bu kadar önemsiyor musunuz?
  • varolan genetik hastalıklar kök hücrelerin de yardımıyla vücüttan silinebilir mi?
  • Tüm vucuttaki hücrelerin genomunu değiştirebilir miyiz?
  • Etik kontroller nasıl olmalı?
  • ilaçlarda CRISPR cas9 sistemi kullanarak RNA temelli hedefleme olabilir mi?
  • Tarımda istenilen, amaca uygun bitkiler, sebzeler, meyveler üretilebilir mi?
  • Genetiği değiştirilmiş bir tohumun genetiğini tekrar tekrara değiştirip istediğimiz ürünlere ulaşabilir miyiz? ya da değişikliği silebilir miyiz? Sanırım orjinal tohum DNA larına sahip olmak gelecekte iyi olabilir.

Daha çok uzatırım bu listeyi. işte bunlar sağlam sorular. Ben mi ne yapıyorum. Ben şu an  istediğim DNA parçasını istediğim genden silebiliyorum. Bunu insanda değil Drosophila (sinek) da yapıyorum. amacım mı ne? bu mutasyonun benzeri insan geninde gerçekleşiyor ve hastalığa sebep oluyor. Bu hastalığın nasıl gerçekleştiğini anlamaya yardım etmeye çalışıyorum. bunun için benzer mutasyona ihtiyacım var. Sonra hücresel bazlı analizler yapıp değişimleri gözlemleyip burdan yola çıkarak mekanizma ve genin işlevi hakkında bilgi elde etmeyi hedefliyorum.

Şu an itina ile gen siliyorum yani.

bilimle kalın. bilimsizlik karanlıktır çünkü.

sevgiler.

zeyzeygen.

yurtdışı stajı

Lisans yıllarının en güzel heyecanlarından biriydi yurtdışı staj araması. 3. sınıftaydım ve çoğumuz mezuniyetten önceki son yazımızı yurtdışında geçirmek istiyorduk. şimdi dönüp bakınca çok haklı bir istekmiş diyorum, çünki o zaman staj yaptığım labta şimdi doktora yapıyorum. maalesef vize sorunu ve maddiyat sorunu nedeniyle ülkemizden kolayca yurt dışına açılamıyoruz öğrenci olarak. ama staj gibi daha somut bir sebep olursa birçoğumuz buna yeltenebiliyoruz. maddiyat evet yine sorun fakat birçok çözüm yolu olabiliyor bazen. sadece denemek lazım. pes etmemek lazım. şimdi NASIL ayarlarız NASIL gideriz sorusuna cevaban biraz yazmak isytiyorum.

yaz  (haziran-eylül) için staj arıyorsanız ocak-mart arası çok uygun bir zaman mail atmaya başlamak için.

staj çok spesifik olmanıza gerek olmayan bir dönem. ama yine de ilgi alanınıza yakın yerler ve lab lar bulursanız geleceğe daha iyi yatırım yapmış olursunuz. sizi halihazırda tanımış bir hoca master ve doktora başvurunuzu değerlendirirken daha olumlu düşünebilir. tabi bu staj süresinceki performansınızla da alakalı.

ülkelerden üniversite seçip (ülkelerin üniversitelerini google dan rahatlıkla bulabilirsiniz :)) ilgili bölümlerdeki grup liderlerinin çalışma alanlarını okuyup seçip mail atarak başlayabilirsiniz sürece. üniversite seçerken de mail atarken de ihtiyacınız olan üst düzey ingilizce değil, biraz cesaret biraz da emek. sözlükleri kullanın google çeviriyi kullanın bir şekilde istediğiniz bilgiye ulaşın ve mailinizi hazırlayın. maili yazarken yardım almak isterseniz sorun çevrenizde ingilizcesi daha iyi olanlara. hocalarınıza gidin korkmayın yardım ederler. etmezlerse de başka bir hocaya  gidin. en olmadı bana mail atın (zo216@cam.ac.uk) , tanışmış olmamız gerekmiyor. hocalara atacağınız maile CV nizi ve güncel transkriptinizi ekleyin. olumlu bir geri dönüş alırsanız sonrasında vize alımı, konaklama yeri ayarlaması ve uçak bileti aşamasına geçebilirsiniz.

öğrencilikte bunların hepsi çok pahalı şeyler biliyorum. fakat birkaç örnek paylaşmama izin verin: bir öğrenci biliyorum sene boyu hafta sonları çalışıp para biriktirdi ve yurt dışına staja gitti. bir diğer örnek staj dan kabul alınca ilindeki iş yerlerini dernekleri tek tek dolaşıp kendini tanıtıp derdini anlatıp yardım istedi ve işe yaradı. bir diğeri alışverişinden kesti ve bir sene hiç birşey almayınca epey bir birikim yapılabileceğini gösterdi. ailenizin durumu buna yeterli ise emin olun çöpe gitmeyen bir harcama olacak bu noktada da içiniz rahat olsun talep ederken.

kabul edildiniz diyelim. vize için hocadan sizi kabul ettiğine dair üniversite antetli bir kağıda sizi hangi tarihler aralığında hangi pozisyonda kabul ettiğini belirten bir mektup isteyin. bunu yazıp size ulaştırması yeterli olacaktır. diğer vize için gerekli evraklarla bu mektup işinizi halleder. diğer evraklar içinde banka durumunu gösteren dekontlar olmazsa olmaz şartlardan biri olacaktır muhtemelen. yeterli bir süre öncesinde bilet alma işleminizi gerçekleştirirseniz birçok ülkeye uygun biletler bulabilirsiniz. uzak ülkeler yine de pahalı olabilir fakat avrupa için yurtiçi fiyatlara yakın rakamlara yurtdışı bileti bulabilirsiniz. hangi ülkeye giderseniz gidin size ve ufkunuza pozitif katkısı olacaktır. ülke beğenmemezlik yapmanıza gerek yok. bazı ülkeler daha uygun çünki. negatif örnekler her zaman olur. olumsuz birşey yaşadığınızda tabiki hoş bir anı olmayacaktır ilerisi için ama pozitif örnekler daha çoğunluktur diyebilirim.

kalacak yer ayarlaması da diğer zor noktalardan biri fakat evrensel bir gerçek olarak her üniversite öğrencilerine barınak noktasında bir yol gösterir yardımcı olur. yurt ya da benzeri oluşumlar her üniversite için mevcuttur. mail atın üniversitelerin konaklama (accomodation) kısımlarına ve sorun ilgili tarihler arası boş odaları olup olmadığını. kabul aldığınız hocayı referans gösterirsiniz ve bu şekilde güvenilirliliği de sağlamış olursunuz. ayrıca yurt dısında home-stay dedikleri aile yanında kalmak da meşhur ve güvenli. birçok aile evlerinden oda kiralayarak kendi geçimlerine katkı sağlıyor ve öğrenci ile meşhur şehirlerde sıklıkla görülen bir durum. ama önce öğrenci yurtlarını hedefleyebilirsiniz.

ERASMUS staj hareketliliği aklınızda bulunsun. çok güzel bir imkan. okuldan okula kontenjanı değişiyor ama isteyen için güzel.

yurtdışı stajı sizi dil çalışmanız için de motive edecektir. hangi üniversitede olursanız olun korkmayın başvurmaktan. kimsenin başka yerlerde sizlerden daha fazla eli ayağı gözü kulağı yok. sadece çalışmak fark yaratır. kendinizin başarıya ulaşması için gerekli çalışma aralığını siz bulacaksınız. bir kere o seviyeyi öğrendiniz mi gerisi kolay olur.

iyi stajlar şimdiden.

sevgiler

 

danışman/supervisor seçimi

kolay iş değildir danışılacak ve danışmanlık yapacak insanı bulmak. bulanlara helal olsun bulamayanlar da işin zorluğunun farkında olsun diye diyorum bunu. yine tekrarca sorulduğu için toplamak istedim burda. bunun bir cetveli yok. her birimiz kendi şahsına münhasır, her danışman da öyle. kişi önce kendi kriterlerini belirlemelidir kanımca:

1.soru: ben ne istiyorum?

2.nasıl bir akademik gelecek istiyorum?

3. yüksek lisans/doktoradan sonra akademide mi devam edeceğim yoksa başka birşey mi?

4.çok yayın mı istiyorum, yoksa daha detaylı, öğrenmeli, sindirmeli bir serüven mi?

şimdi bunların hepsine göre danışman şekliniz orataya çıkar. moda dergilerindeki anketler gibi oldu biraz ama ancak böyle şekillendirebilirdim sanırım. önünüzde iki ana seçenek var diyebilirm:

okulu mu önce seçip içinden bir danışman bulacaksınız; yoksa danışmanı bulup okula ona göre mi karar vereceksiniz?

şimdi eğer çok çok nadir çalışılan bir konu değilse hedefiniz her konuyu çalışan kişiyi büyük üniversitelerde rahatlıkla bulabilirsiniz. bu dediğim sadece yurt dışı için geçerli değil, Türkiyede de öyle. bazı üniversiteler belli alanlarda ihtisaslaşmış olabilir üniversitenin büyüklüğüne göre bu dallanır ya da dallanmaz. şimdi gelelim okul seçtiniz sonrasında danışman nasıl araştırılır:

dediğim gibi bunun kuralı yok ama kendi yaklaşımımı paylaşmak isterim denemek isterseniz diye:

ben danışmanın artık sadece bir hoca olmadığını kavradığımdan beri akademik kaliteyi karakter kalitesiyle beraber aramaya özen gösteriyorum. tabiki başarılı olmak çok zor bunu bulmakta ama aklınızda bulunsun lisans hocası ile olan ilişki gibi değildir lisansüstü danışmanlarla olan ilişki. danışmanla daha fazla muhatap olursunuz, birebir. diyaloglar ikinizinde karakterine göre şekillenir. her öğrencisine farklı olabilir danışman, adaletsizlik açısından demiyorum diyalog açısından. tabiki burda absürd örneklerden bahsetmiyorum. normal çizgi üzerinden anlatıyorum. fakat tabiki kimsenin karakterini resme bakarak ya da cv ye bakarak anlayamazsınız, birşeyler çıkarabilirsiniz de yüzde yüz anlaşılmaz yani işte. ben nasıl anlamaya çalışıyorum?

danışmanı tek başına değil de ekibiyle değerlendirmeye çalışıyorum. akademi daha özgür bir yerdir. herkes genelde kendi keyfine göre seçer öğrenciyi ve ekibini (yurt dışında en azından). bir akademisyeni anlamaya/tanımaya çalışırken ekibi daha çok incelerim açıkçası. öğrenciler kim, postdoclar kim? ne zaman başlamışlar? hangi ülkelerden, hangi alanlardan… bildiğiniz stalk yani. yayınlara bakarken de kimler yazılı kimler kaç senedir labta kaç kere yazılı? bunlar hem danışmanın ekip mantalitesini ortaya çıkarır hem de araştırma yelpazesini gösterebilir. bir de sadece dergilere bakmayın lütfen yayınlara bakarken. gerçekten bakın o yayına. araştırma sorusu ne? ne kadar data ile savunmuşlar tezlerini? cevabı nasıl tartışmışlar? buralardan bilimsel mantığın gücünü çıkarabilirsiniz. öyle güçlü çalışmalar var ki soruya verilen cevabın önünde duramazsınız her açıdan ele alınmış detaylı incelenmiş ve datası ile ispatlanmıştır. böyle bir labın güçlü bir bilimsel beyni olduğunu düşünebilirsiniz rahatlıkla eğer aradığınız bu ise? sosyal olarak artık birçok grup sosyal medya hesaplarına sahip. sosyal medya araştırması da yapabilirsiniz. danışman hakkında yorum almak isterseniz gruptaki öğrencilere mail atabilirsiniz? bu mailde tabiki hoca şöyle iyimi böyle kötü mü diye değil de mesela:

hoca ile haftada ne kadar görüşebiliyorlar? istenildiği zaman ulaşılabilir mi değil mi? bazı hocalar çok seyehat eder.

grupça ne gibi etkinlikler yaparlar?

labın maddi durumu nasıl şekillenir/ne durumda?

genel olarak negatiflikler ve pozitiflikler nelerdir?

hocanın nasıl ders anlattığını merak ediosanız dersine online bağlanma talep edin. korkmayın günümüz teknolojisinde bu talepler çok güzel karşılanır.

diyelim istediğiniz alanda büyük bir isim var ona başvurmak istiyorsunuz. karakteri çok önemli değil onun labında çalışmak tek hedefiniz. evet büyük isimlerin karakterini es geçebilirsiniz çünki muhtemelen çok görmiyeceksiniz ama ekibin karakterini anlamaya çalışın bu sefer de özellikle postdoc ların çünkü bu isimler labını postdoclarıyla dönderir. birini ya da bir yeri istiyorsanız kolay pes etmeyin. kovalamak genelde işe yarar. reddedilirseniz sebebini öğrenip düzeltilecek bir durum ise elinizden geleni yapın. bu durum karşıkonulamaz bir durumdur genelde hocalar için. Az biraz ısrarcı olun. Abartmadan tabi. 🙂

yayının herşeye dönüştüğü günümüz akademilerinde kavgalarla yayınlanan çalışmalar var. denge çok basit aslında: emek ve karşılığı. kimin ne ölçüde emeği varsa o ölçüde sonuçtan nasiplenmesi basit kural aslında. diyelim bir hoca buldunuz acayip yayın yapıyor. mümkün. 5 projeyi aynı anda farklı ülkelerde yöneten insanlar var. aynı gün iki makalesi yayınlanabiliyor insanların. lab geniş para çok. vızır vızır çalışıyor insanlar. ama şunu sakın atlamayın eğer hedefiniz bimlimsel düşünme kabiliyetini güçlendirmek ise sadece data üretmek bilim yapmak demek olmuyor. o merak duygusunu ve öğrendiğinizde gelen keyfi asla es geçmeyin. bilim insanı olma yolunda ilerlerken harcanması planlanan seneler iş olsun diye belirlenmemiştir. bilgiyi öğrenmek çok zor bir iş değil, 4 senelik doktorada öğrenilecek bilgiyi 1 senede oturup öğrenebilirsiniz ama sizden beklenen öğrenip geçmeniz değil. zamanınızı elinize alıp oturup üzerine düşünmenizdir. o bilgiyi harmanlayabilmeniz, sorguyu genişletebilmeniz, dokunulmamış noktalara dokunabilecek alt yapıya sahip olup o hipotezi oluşturup onu test edecek deney basamaklarını dizayn edebilmenizdir. herkesin denemiş olduğu, labtan birinin hali hazırda oturttuğu deneyi zibilyon örneğe uygulayıp elde ettiğiniz sonuçla bilim yapmış olmuyorsunuz aslında. ama data olur makale olur orda sıkıntı yok. bu yanlış da değil. sadece ne istediğinize göre şekillenecek durumlar.

danışmanla zaman geçirebilecek olmak da çok önemldir. evet öyle isimler var ki aynı kağıtta yan yana adınız yazılsa size çok kapı açar. ama kendi beyninizde nereye ne kadar ilerlediniz, o kişiden ne kadar faydalandınız onu es geçmeyin. böyle bir hoca bulduğunuzda da onu zorlamayı sıkıştırıp onla zaman geçirmek istediğinizi ifade etmekten çekinmeyin. öyle insanlar bundan asla rahatsız olmaz. bilgiye talip olunur çünkü. maden gibidir. uğraşmak kazımak gerekir bazen. hiç bir gerçek bilim insanı öğrenmekte ısrarcı olan birine kayıtsız kalamaz.

bilen ve bilmeyi isteyen her zaman birbirine çekici gelir.

bugün sorumlusu olduğum lisans öğrencisinin soru sorarkenki keyfini gördüm gözlerinde. cevabı beklerken ki heyecanını.. buna nasıl karşı konulur ki? yarın 9 30 da labda buluşalım dedim. 10 da trenim var ama deneyin bu kısmını hiç kaçırmak istemiyorum 9 da buluşabilme imkanımız var mı dedi. olur dedim. şimdi cumartesi sabah 9 da labda buluşacaz. 🙂

sevgiler

Cambridge Üniversitesine ve diğerlerine Nasıl doktora başvurusu yapılır?

Nasıl başvurdun? sorusunun yoğun olması nedeniyle bu yazıyı yazıyorum. dilbilgisi için hassas olan ve “şunu şöyle yapmalısın” diye yorum yapmaktan kendini alamayan arkadaşlara şimdiden teşekkürler.

Doktora ya da yüksek lisans başvuruları temelde çok farklılık göstermiyor ülkeden ülkeye. ama herkesin farklı hikayesi olabilir. ben burda kendi başvuru hikayem üzerinden genelde doğru olduğunu düşündüğüm şekli paylaşacağım.

yurt dışı üniversitelere doktora başvurusu direk lab hocası üzerinden olmakla beraber tabiki genel bir departman secimi de var. bu aslında Türkiye’de de böyle, yani önceden bir hocayla anlaştığınızda-diger sartlari da sagliyorsaniz- kabul edilme şansınız artıyor.  doktora en az 4 yıllık bir süreç ve artık eğitimin farklı bir formu. kimse hiç tanımadığı, eğitimini, seviyesini bilmediği insanlarla 4 yıl çalışmak istemez, siz de istemezsiniz. o yüzden bir ön tanışma, ön diyalog güzel bir yol bence.

ben suan doktora yaptığım laba 2011 de staj için gelmiştim. hocayı ordan tanıyorum. staj başvurusu için mail atmıştım hocaya. sonra o dönem IUGEN kış okulu düzenliyorduk İstanbul Üniversitesinde, hocayı davet etmiştim, geldi, tanışmış olduk bu vesileyle ve sonra beni staja kabul etti. Not ortalamam fena degıldı (3.35/4.0)  daha sonra da doktora başvurusu yaptım bursu (MEB-YLSY) kazanınca. bu süreç içinde hep iletişimdeydik.

Şimdi diyelim sıfırdan bir doktora başvurusu yapacaksınız:

  1. bir üniversite seçip, ilgili bölümden kendinize bir hoca seçin
  2. hocayı iyice araştırın, kimdir, ne çalışır, nasıl öğrencileri kabul eder. bu bilgiler web sayfalarında vardır. grup üyelerinin isimleri vs. hocanın çalışmalarını kesin okumalısınız bu size mail yazarken kolaylık sağlayacak. eğer karar verirseniz, severseniz konuyu devamında
  3. bir başvuru maili yazın. bu mail kesinlikle ordan burdan kopyalama taslak falan olmayacak. kendi ingilizcenizle elinizden geldiğince yazacaksınız: öncelikle : a- siz kimsiniz, -ben …….. su alandan mezun olmuş bir öğrenciyim ya da yüksek yapıyorum her ne ise artık. akademik geçmişim şu. b- neden bu maili yazıyorsunuz, c-hocayı neden seçtiniz, ne çalışıyor da sizin de ilgilinizi çekti, d-siz ve hoca birlikte neler yapabilirsiniz, hayal ettiğiniz çalışma konusu ne, nasıl hocanın alanı ile örtüşüyor, e-bursunuzdan bahsedebilirsiniz varsa, yoksa da her üniversitenin kendi bursları var onları hedefliyorsanız onu da belirtin. bu burs başvuruları için tarihler önemlidir, onlara web sitesinden bakın.
  4. maili hazırladınız. CV ve niyet mektubu, transkript de ekleyip mail atın ve cevabı bekleyin. eğer bir hocayı gerçekten istiyorsanız ilk başta “labım dolu, yer yok, burs yok, vb. cevaplar sizi yıldırmasın. öyle mi hocam peki seneye olmaz mı diye üsteleyebilirsiniz. bir tanışmaya gelsem diyebilirsiniz imkanınız varsa, yoksa bi skype görüşmesine vaktiniz var mı hocam diye sorabilirsiniz….
  5. CV akademik formatta olmalı. google da araştırırsanız örnekleri var. böyle şeyleri kopyala yapıştır yapmayın. açın bir word sayfası oturun yazın sıfırdan CV’niz sizsiniz çünkü. bu belgenin ingilizcesini bir bilene kontrol ettirebilirsiniz. yapamazsanız da korkmayın kimseyi elemezler CV sinde kucuk grammer hatasından. çünki ingilizce dünya dilidir ama dünyadaki herkesin ana dili değildir. o yüzden hata yapma hakkımız var.
  6. niyet mektubu: gerçekten işlevsel. o yüzden kopyala yapıştır yapmayın. arkadaşlar aynı google bu adamlarda da var. cümleyi yazınca kabak gibi çıkıyor mektup. oturup kendiniz yazin. sadece bazı sayfalar var hangi bilgileri anlatmanız gerektiğini söyleyen bunlara bakın ona göre yazın. bu mektuplar kişisel olmalı. sizi tanımaya çalışıyorlar çünkü. doğum hikayenizle başlamayın. lisans tercihinizle en fazla başlayabilirsiniz, hani neden o bölümü seçtiniz. sonra ilk paragrafda akademik geçmişinizi anlatın ama CV den daha detaylı. biraz ne hissettiniz. hangi dersler sizin için ilham verici idi. hangi projeleri yaptınız. sonraki paragrafta stajlar varsa mezuniyetten sonra neler yaptınız. iş geçmişi varsa. sonra neden bu üniversiteyi ve bu labı seçtiniz. çok artistik kelimeleri zorlamayın. daha çok hocaya ve laba ithafta bulunun. siz doktora başvurusu yapıyorsunuz yanı bilgiye başvuru yapıyorsunuz. ondan bahsedin. sonra siz+lab+hoca üçlüsü neler yapabilir. en önemli kısım. yani niyetin ne ne yapmaya başvuruyorsun. ne hayal ediyorsun.sonrasında ne yapacaksın. kapanış. bir A4 ü geçmesin. punto 11 den küçük olmasın ve en az 1,5 boşluk bırakın. bunları söylüyorum çünkü bir A4 e sığdıracam diye yazıyı küçültüp sıkıştıranlar var. yapmayın.
  7. size büyük olasıkla dönüş yaparlar. sonra devamı şekil alır. Cambridge de 3 dönem doktora başvurusu var. presessional(5 haftalik akademik ingilizce destegi) sadece ekim başlangıçlı başvurular için geçerli çünki kurs agustosta. dil şartı 7 olan bölümler için 6.5 ile pre alabilme şansınız var ama size ayrıca sınav yapıyorlar yani direk 6.5 a pre hakkı diye birşey yok. ama denemeye değer. bazı bölümler, sosyal bölümler genelde, 7.5 istiyor. bu bilgiler de web sayfasında var.

aynı departmandan birkaç hoca belirledi iseniz birinden cevap alıp diyalog bitmeden diğerine yazmayın. aynı anda bir sürü kişiye yazmak istiyorsanız farklı okullar olsun. ve hocaya, laba göre evraklarınızı güncellemeyi unutmayın. kanser çalışan adama CV nizde ilgi alanı nörogenetik yazmamalısınız. Bu mailleşmeyi herhangi bir zaman diliminde yapabilirsiniz. resmi başvuruyu da tarihlere göre yapmak zorundasınız. Cambridge doktora başvurusunda soruyor eğer daha önce başvurdugunuz anlaştığınız bir hoca var mı diye.

Puanlarınız ne olursa olsun hiç bir üniversiteye başvurmaktan korkmayın. sadece deneyin. olmuyorsa “NO” derler zaten. bunun bir zararı yok. benim lisans ortalamam 3.35, yüksek lisans 3.00. Cambridge sayfasına göre bunlarla başvurmamam gerekiyor. ama burdayım. Cambridge için toleranssız olan nokta dil. onu da sizin iyiliğiniz için yapıyorlar açıkçası. olmayacak şeyler değil. önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi ben 6.5 seviyesine hatta bazı bölümlerden 7 ve 8 e kendi çalışmamla geldim. benim desteğe ihtiyacım olan kısım yazma idi. belki sizin hepsi olur. yeter ki oturun çalışın. emeksiz iyi yerler olmaz. Cambridge dışındaki yerler iyi değil demiyorum bu arada.  çok kaliteli okullar var. siz hangisinden hoca beğenirseniz artık. ben Cambridge in kendisine gelmedim hocayı stajda iken çok sevdiğim için geldim.

hepiniz pırıl pırıl gençlersiniz. biraz toplum zehirlenmesine sahibiz, kolaydan yükseğe ulaşma mantalitesi işleniyor gibi. ama olmaz arkadaşlar, calismak gerek.

bu başvuru şekli dünyanın heryerindeki okullar için geçerlidir. ne çok uzun ne çok kısa mail yazmayın 4 paragraf belki en fazla o da kısa olmak şartıyla. taslak kullanmayın ama diline daha önceki tecrübesine güvendiğiniz kişiler varsa gösterin, danışın. yoksa bana atın bakarım gerçekten hiç sorun değil.

kendinize inanın lütfen. siz inanmazsanız kimse size inanma lüksünü göstermez. siz inandıktan sonra da diğerlerinin inanmaması birşey ifade etmez.

zo216@cam.ac.uk mail adresime yazabilirsiniz aklınıza takılan birşey varsa.

ben şimdi deney yapicam.

selametle